Hamaset kokulu polemiklere uygun olmadığı için, kürsülerden duyamadığımız bir kavga, uzunca bir süredir sessiz sedasız sürüyordu.

Bu kavga, dinci -faşizmin yakın destek alanındaki sermaye tekelleri ile üretimin en tepesindeki gruplar arasında sürüp gidiyordu; her önemli gelişmede denge şu veya bu tarafa doğru kayıyordu. Ancak, krizin alevlendirdiği kavga, pek yakında ciddi bir siyasi tufana neden olacak olgunluğa erişti.

Az sonra, gözlerden uzak yaşanan bu kavganın öne çıkan yanlarını irdeleyeceğiz. Fakat önce şunları belirtmenin yararı olacaktır. Sermaye arası kavga uzlaşır karakter taşır, devrim adına bu kavgadan kesin güvenceler çıkartıp ittifaklar inşa etmek, kişiyi ahmak bir reformiste çevirmeye yeter. Reformist sosyalistlerin yaşadıkları budur. Öte yandan, keskinleşen rekabetin büyük tekeller arasında cereyan ediyor oluşu, onun yıkıcı gücünü kat kat arttırıyor ve bazı özgün tarihi dönemeçlerde geçici de olsa, uzlaşmayı önleyecek denli sertlik kazanabiliyor. Devrimin büyük ustaları, en başta Lenin, bir devrimin olgunluk koşullarını sayarken, egemenler arası kavgayı çoğu kez ilk sıraya koyarlar: “1) Bize düşman sınıf güçleri yeterince dağınıklık içinde olsun, yeterince birbirine düşmüş olsunlar, güçlerini aşan bir mücadeleyle yeterince güçten düşmüş olsunlar” (Sol Radikalizm...). Devrim karşısında egemen sınıfın yaşadığı dağınıklık, yalnızca devrimin darbelerine bağlı değildir, ama iç kavganın da sonucudur. Yine de, tarihin böyle anları, özgün ve geçicidir. Bir devrim stratejisti, mevcut güçleri kat be kat aşan sonuçlar üretmeye odaklı her öncü, tarihin bu özgün anlarını en iyi şekilde değerlendirmekle yükümlüdür.

Devam edelim. Krizin ciddi bir aşamaya, geldiğinin güçlü işaretleri 2016 sonbaharında belirmişti, o günden beri hükümet ile tekelci sermayenin en irileri ve bunların temsilcisi konumundaki bankalar arasında, saklanması zor bir çekişme gözleniyordu. 15 Temmuz’dan ağır yaralı çıkmış hükümet karşısında ilk raundu bankalar kazanmış, hem faizlerin yükselmesini sağlamış hem de dağıttıkları kredilerin büyük bölümüne kamu garantisi elde etmişlerdi. Bankalar bu yoldan, hükümetin elindeki en büyük para kaynağını, Hazine’yi kontrollerine alabileceklerini hesapladılar. Ancak dinci-faşist hükümet Doğan Medya’ya el koyunca, işler bir anda kızışmaya başladı. 2018 yazında yaşanan döviz kuru şoku her iki tarafta da ağır hasara yol açtı. Bankalar faiz oranlarını neredeyse iki katına çıkartmayı başarsalar bile, dışarıdan borç alamaz hale düştüler. Buna karşılık hükümet, Hazine ve Merkez Bankası kanalından borç bulabildi ve bankaları sıkıştırmaya girişti.

Bu mali avantaja rağmen, dinci-faşist iktidarın krizdeki kaybı yabana atılır cinsten değildi. En başta inşaat ve enerji, tüm yandaş sermaye grupları bu yıkımın altında kaldılar. Bu durum, bankalarla hükümet arasındaki çekişmeyi yeni ve üst boyuta taşıdı. Bankalar, yandaş tekellerin iflasını bir köşeden keyifle izlemeyi seçti. Hükümet ise, tüm mali dengeleri bozarak, kamu bankalarını araya sokup, yandaş tekellere serum bağladı, ama onlar birer zombi olduktan sonra.

Dinci-faşist iktidarın destekçisi yandaş tekelleri kendilerinden kat be kat büyük sermaye birikimine sahip tekeller karşısında bir denge kuracak kadar avantajlı kılan iki önemli unsur vardı: 1) Hükümetin, sürekli tek başına iktidar olabileceği seçim kazanma mekanizmalarını tekelinde tutması ve 2) En başta isyan ve grevler olmak üzere, sermayenin her tür çıkarına saldıran tüm eylem biçimlerini engelleme kapasitesi. Dinci-faşizm için kötü haber tam da bu noktalardan geldi. Yenilenen İstanbul seçimlerinde yaşanan hezimet ve bundan çok daha önemlisi, son aylarda ivme kazanan büyük kitlesel hareketlilik, dinci-faşist iktidarın yakınındaki sermaye gruplarının tüm avantajlarını sildi. Doğal sonuç, ekonomi alanındaki büyük yağma ve talanın süre giden dengelerinin tümden bozulmasıydı. Bu yeni dengeler üzerinde işler olağan seyrinde gidiyor olsaydı, bankalar yandaş tekellerin toplu cenaze merasimini keyifle yönetebilirlerdi. Fakat dinci-faşizm bu kez dişli çıktı.

Aleyhine bozulan dengeyi korumak için hükümetin attığı adımlar, tam anlamıyla “benden sonra tufan” hükmündedir: Faizler zor yoluyla düşürüldü; enflasyon, büyüme, tüm rakamlar maniple edildi; ve ardı ardına adeta sağanak gibi çıkartılan kararnameler yoluyla, yandaş tekellerin talanına olağanüstü ivme kazandırıldı. Yetmedi, öncekilere ek olarak, bir seferde 46 milyar liralık kredi batık ilan edildi ki, bankalar bu alacakların peşine düşemesin. Tüm bu adımlar karşısında bankalar, ne kredi faizlerini düşürdüler ve ne de kredi musluklarını açmayı kabul ettiler.

Bu pilav öyle fazla su kaldırmaz. Hatta, Reuters’in geçtiği son habere bakılırsa (“Bankalar karşısında Ankara’nın sabrı kalmadı”) pilavın dibinden yanık kokuları gelmeye başladı. Görünen o ki, yağma savaşının tarafları, birbirlerini tavize zorlayan adımlar atma aşamasını çoktan geride bırakmış, pimi çekili el bombalarını birbirlerinin kucaklarına yuvarlamaya başlamıştır. Bunun yarattığı sonucu özetleyen sözleri ise, Ankara Sanayi Odası başkanından duyduk: “Herkes kendini korumaya aldı, reel sektör birbirlerine olan krediyi kesti, ödeme araçlarına güven kalmadı.”

Krizin yuvarlandığı dip seviyesini daha da aşağılara çeken bu talan kavgası inanılmaz bir işsizlik ve katlanılmaz açlık tehlikeleri doğursa da, devrimi olgunlaştıran ve giderek kaçınılmaz hale getiren bir süreç yaratıyor. Bu süreç, egemenler katında devrim karşısında bile bir araya gelmeyi zorlaştıran bir dağınıklığa neden olurken, tam tersine; ezilen sınıflar katında, bütünleşmenin zeminini güçlendiriyor. İşsizlik ve açlık dalgası yalnızca işçi sınıfını değil, kırın ve kentin küçük üreticilerini, küçük ticaret erbabını bir kabus gibi kuşatıyor.

Umutsuzca kendilerini ateşe verenler, sadece işsizler değil, ama borçtan bunalan köylüler de. Farklı çıkar ve ilişkilere sahip sınıfların, aynı şiddetli duygularla ortaklaştıkları bir harekete dahil olmaları, bu sınıflar içinde hegemonik bir gücün öne çıkışını, adeta ertelenemez bir ihtiyaç haline getirmekte. Yalnızca proletarya kendi varlık koşullarında, halihazırda başlamış olan bu hareketlenmenin ortak çıkarlarını ve de geleceğini temsil etme kapasitesindedir. Bu kriz uzayıp derinleştikçe, proletaryanın öne çıkışı için en uygun zemin olgunlaşıyor.

Derinlerde yatan gerçek durumların analizi yerine, sermaye sözcülerinin kürsü nutuklarına bakanlar, düşman egemen sınıfın ne denli güçlü, kararlı ve de pervasız olduğu kanaatine kolayca kanarlar. Oysa durum tam tersidir: burjuvazi iç kavgalarından burnunu kaldıramaz haldedir, güçlerin dağılmasını önleyecek durumları yoktur. Bu tabloda eksik olan, proleter kitlelerin ölümüne kararlılığıdır. Burjuvaziyi olduğundan güçlü gösteren her söz, bu kararlılığın oluşmasını geciktirir, ama sadece geciktirir. Bu kararlılığı proleter kitlelere kazandırmak için çabalayan öncü sınıf partisi, krizin bütün yakıcı duygularından yararlanabilmek için, başka dönemlere oranla onlarca kat daha enerjik, kararlı, cüretli ve özgüvenli davranmak zorundadır.

Umut Çakır