2013 Haziran Halk Ayaklanması öncesi günlere benzer bir süreçten geçiyoruz. Ancak tarih kendini tekerrür etmiyor.

Koşullar sadece biçimde benzerlikler taşıyor. Faşist devletin baskı ve terörü emekçi sınıfları, halk katmanlarını her yerde canından bezdirmeye başladı. Toplumsal öfkenin nasıl toplaştığını görmek için İstanbul Zeytinburnu’nda polislerin bir genci aralarına alıp dövmelerine halkın nasıl tepki gösterdiğine bakmalı... Ve bu sahneler artık her yerde, hem de günlük, saatlik görünür oldu.

Toplumun ezilen, sömürülen kitlelerinin “artık yeter” diyecekleri noktaya doğru hızla ilerliyoruz.

Koşullar yedi yıl öncesinin koşullarıyla benzerlik gösterse de temelde ciddi farklılıklar var. 2013 Haziran ayaklanmasında dinci faşist iktidarın başındaki adama öfke duyan kentli demokrat, aydın, ilerici kesimler, küçük ve orta sınıflar ön saflardaydılar. Emekçiler, onları izlemişti.

Şimdi durum tersine dönmüş durumda. Ayaklanmanın homurtusu yoksul, emekçi, sömürülen kitlelerden, işçi sınıfından ve işsizlerden; ezilen halklardan geliyor.

Polis-bekçi terörünün yoksul emekçi semtlerinde yoğunlaşması boşuna değil. Bu sefer emekçi yoksul kitleleri, işçi sınıfını, kentin küçük ve orta sınıfları izleyecek; tüm gelişme ve koşullar buna işaret ediyor.

2013 Haziran Halk Ayaklanması’nın bir değil, iki aşil topuğu; iki ciddi zayıf noktası vardı. Birincisi ve en önemlisi, küçük burjuva uzlaşmacılar ayaklanmanın “karar merci” idiler. İkincisi ise Kürdistan halklarının ayaklanmada geri durmalarıydı.

Ayaklanmanın söndürülmesinde burjuvaziye, dinci faşist iktidara hayal edemeyeceği kolaylık sağlayan bu iki koşul, geliyorum diyen ayaklanmada olmayacak!

İşte tam bu sırada, bir ayaklanmanın önünü kesmek, biriken öfkeye akacak bir kanal açmak için, dinci faşist iktidar ve sermaye sınıfı “seçim” konusunu gündeme soktular. Haziran halk ayaklanmasının söndürülmesinde başrol oynayan uzlaşmacılar, liberaller, sosyal reformistler konuya balıklama atladılar.

Neden? Faşist devletin, tekelci sermaye sınıfının iktidarı işçi sınıfına, emekçilere, ezilen halklara parlamenter yolla devretmeyeceklerini kanıtlayan bunca tecrübeye rağmen bu çevreler seçim konusuna neden hala balıklama atlarlar?

Çünkü, uzlaşmacılar, sosyal reformistler, liberaller seçimlerde sağlanacak basit bir çoğunluk yoluyla parlamentoyu, arkasından devleti fethedebileceklerini düşünürler.

Peki, bırakalım parlamento ve devleti belediye başkanlıklarını bile kendilerine bırakmadıklarını tecrübe ettikleri halde seçimlerdeki bu ısrar niye?

Çünkü onların düşüncelerinde, hayallerinde, tasarımlarında, gelecek düşlerinde sadece ve sadece burjuva sınıfa güvenmek var; hem de sınırsız, bitmez tükenmez bir güven..ve bu güven onlarda sarsılmaz bir “itikat” düzeyindedir.

Onun için sözümüz onlara değil, devrimci öncü işçilere, işçi, öğrenci ve köyün devrimci gençliğine. Ayaklanmanın gündeme geldiği, devrimin güncel/pratik bir sorun haline geldiği koşullarda devrimcilerin acil görevi, kitleleri yakın gelecekte bu faşist devletten, sermaye sınıfının boyunduruğundan kurtaracak bir devrimin zaferi için yapmaları gereken şey hakkında aydınlatmaktır.

Devrimci öncü işçinin, sınıf bilinçli öncü işçinin acil görevi budur!