Okuyucular yazımızın başlığını sadece ilgi çekmek için konulmuş bir yazı başlığı olarak düşünebilir. Ancak bu başlık bugün, iklim için dünyanın çok farklı noktalarında yan yana gelen, harekete geçen, sıranın kendisine gelmesini beklemeden dünyasını, doğasını, geleceğini kurtarmak isteyen binlerce sorumluluk sahibi, duyarlı insanın sloganı haline gelmiş durumda. Yani bu başlık artık sıradan kelimelerin tesadüfen yan yana geldiği basit bir cümleden çıkıp, yaşlı dünyamızın gerçekliğini yüzlerimize vurur hale gelen büyük bir ifade.

Evet insanlığın, bizlerin, gelecek kuşakların bu dünya yok olursa, yeryüzümüz yaşanamaz hale gelirse gidebileceği bir “B Gezegeni” yok.

Çok yoğun bir iç savaşın, sert sınıf savaşlarının yaşandığı bu topraklarda yaşamımızın çok ağır sorunlar ve çelişkiler ile çepeçevre sarmalanmış durumda. Ancak her birimizin geleceğini, hayatını doğrudan etkileyen çevre sorunu, iklim değişikliği yarına ötelenebilecek bir sorun olmaktan çoktan çıktı. Bugün önümüzdeki sorunlarla uğraşalım yarın bu meseleye döneriz gibi bir yaklaşım kabul edilemez. Yaşlı dünyamızın, doğamızın kapitalizm tarafından hunharca yok edilmesine seyirci kalmak ve bu yok oluşa ses çıkarmamak çok yakın zamanda geri dönüşü olmayacak sonuçlar doğuracak.

Dünya genelinde kapitalizmin egemenliğini sürdürdüğü her toprak parçası üzerinde emek sömürüsü, kadınların baskı altında tutulması, farklı toplumsal kesimlerin ötekileştirilmesi, birçok ulusun ezilmesi söz konusu. Sermaye egemenliğinin ezdiği sınıf kardeşlerimizle, genç işçilerle, genç sıra arkadaşlarımızla ortak bir yazgıyı, ortak sorunlar yumağını; bugün aynı zamanda sermaye egemenliğinin hızla yok ettiği “tabiat ana”nın son umudu olan çocuklarıyız biz. Doğayı ve doğal olarak kendi geleceğimizi kurtarmak için sermaye egemenliğine son vermek zorunda olan kuşaklarız.

Elli yıl öncesine kadar yalnızca bilim insanlarının araştırmalarına ve raporlarına konu olan iklim değişikliği ve küresel ısınma sınırlı çevrelerin meselesi olmaktan öteye geçemedi. Fakat iklim krizi bugün birçok kesimin, emperyalist-kapitalist sistemin sözcülerinin, bu krizde en büyük payı olan uluslararası tekellerin dahi konuştuğu bir konu haline geldi. Dünyanın birçok yerindeki kapitalist örgütlenme (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü, Dünya Bankası), hatta BM bile gezegenimizin gün be gün yok oluşuna dair yayınladığı raporlar ile tehlikenin boyutunu gözler önüne seriyor. Her birimizin daha düne kadar sadece bilim insanlarının dillendirdiği, çok da umursamadığımız iklim değişikliği ve yeni adıyla “iklim krizi” artık hepimizin gündeminde en yukarıdaki yerlerden birine oturuyor, oturması gerekiyor.

Neden mi, birlikte bakalım.

Geçtiğimiz sene Kasım-Aralık ayları boyunca Antalya’da, yakın zamanda da Paris’te toplanan dünyanın emperyalist-kapitalist efendileri, küresel ekonomik büyümenin %2’de sınırlandırılacağı debdebesiyle toplanırken, dünyayı en çok kirleten, yok oluşunu hızlandıranlar karbon emisyonunu azaltmak için herhangi bir anlaşma imzalamadı.

Hali hazırda gezegenimizin ortalama sıcaklık artışı sadece son 30 yılda hesaplamaları çoktan geçmiş durumda. Müteveffa olmak üzere bekleyen Kyoto Protokolü’nden sonra emperyalist-kapitalistleri az da olsa dizginleyecek, karbon emisyonunu azaltmaya zorlayacak herhangi bir anlaşma da mevcut değil. Paris’teki iklim zirvesinde dile getirilen burjuvaların ve kapitalist devletlerin sözde eylem planına kendileri bile inanmazken, böyle bir safsataya bizim inanmamızı kimse beklememelidir.

Bu, acı ama keskin bir bıçak gibi gerçek olan tablo, bizlere tehlikenin boyutlarını gösteriyor.

Ne mi?

Bugünkü koşullarda sera gazı salınımına bu şekilde devam edilmesi halinde; 2°C’lik ortalama ısınmanın çok daha erken aşılacağı, buna bağlı olarak deniz seviyesinin 2030’lu yıllarda üç metre yükseleceği, başta ada devletleri olmak üzere birçok alanın sular altında kalacağı, küresel ısınmanın etkisiyle mega kuraklıkların yaşanacağı, 100 milyon kişinin fakirleşeceği, 100 milyon kişinin sıtmaya yakalanacağı belirtiliyor. 2050’li yıllara gelindiğinde ise iklim değişikliği sebebiyle göç eden veya yerinden olan insanların sayısının 200 milyon olarak ifade edileceği, dünyanın yaşanılabilir alanlarının yüzde 70’inin sular altında kalacağı, yüzyılın sonuna gelindiğinde 4°C’lik bir sıcaklık artışı gerçekleşeceği ve bunun da dünyadaki buzulları tamamen yok edeceği uyarıları yapılıyor. Aynı zamanda her geçen gün neslini tükettiğimiz hayvanları, yoğun bir şekilde avladığımız balıkları, kullandığımız kimyasal tarım ilaçlarının saçtığı zehri, kirlettiğimiz dereleri, suları eklemeden geçmeyelim.

Korku filmlerini aratmayan bir tablo değil mi? Peki bu umutsuz tablonun yaratıcısı burjuva sınıfın egemenliği altında bu sorun çözülebilir mi? Sistemin genetik özelliği olan aşırı kar dürtüsü tüm yerküreyi ve emek başta tüm canlıları acımasızca sömürmeye sebep olurken, aynı kapitalist tekellerin göstermelik kampanyalar için kurduğu vakıflar (bunlar bile o tekeller için vergiden kaçmanın ve hasımları köşeye sıkıştırmanın araçlarıdır) üzerinden bu sorunu çözmesi nasıl mümkün olabilir? En iyi niyetle düşünülse bile bu göstermelik kampanyaların ayakların bastıkları zemin, sorunun kendisini sürekli ve sürekli üretmektedir. Böylece sözkonusu kampanyalar aslında sorunu çözmenin değil, sorunu yaratan asıl öznenin gözlerden saklanmasına, aklanmasına vesile olmaktadır.

Bunun için özel reklamlar, kurgular düzenler sermaye, özel yatırımlar yapar. Tıpkı Greta Thunberg örneğinde olduğu gibi! Greta’nın kim olduğu, samimiyeti veya rol yaptığı bizim konumuz değil. Her biri veya hepsi olabilir. Önemli olan nokta, Sorosların, çeşitli tekelci vakıfların, kendi suçlarını gizlemenin ve “hafifletmenin” aracı olarak düzenlenen bir kampanya oluşu tüm bu girişimin. Ve asıl dikkatleri ısrarla sorunun kökünden uzaklaştırması. Sermayenin ikiyüzlülüğü. Amazon ormanlarını talan edenlerin kendi ülkelerinde “yeşile saygı” şampiyonu olması... “Doğanın dengesi” adına sivrisinek ilacını yasaklayanların tüm bağımlı ülkelere “terminatör tohum” dayatması yapması... Yağma savaşlarını, silahlanma yarışlarını, fosil yakıt çılgınlığını ve daha nicelerini saymayalım isterseniz.

Kaz Dağları yok olmasın diye eylemlere binlerce gencin gitmesi, dünyanın geleceği olan biz gençlerin yok oluşa karşı haklı tepkisini göstermesi çok anlamlı ama bir o kadar da doğru yere yönelmiyor. Amazon ormanlarını, Sibirya taygalarını, Kaz Dağları’nı yani ekosistemi yok eden, hayvan türlerini acımasızca hedef alan, iklimin dengesini ciddi anlamda bozan, ona zarar veren sermaye egemenliği işin odağındadır. Bu odak dağıtılmadan sorunu çözebilmek mümkün değildir.

Buradan doğayı korumak adına yapılan eylemlerin gereksizliği gibi bir sonuç çıkmaz. Önemlidir. Çok önemlidir. İklimimiz, doğamız, ormanımız, geleceğimiz için yapılacak her eylem, her mücadele büyütülüp geliştirilmeli ama onun düzen sınırlarında tutulmasına izin verilmemeli. Çünkü bugün yürütülen her ekoloji direnişinin, eyleminin politik bir içeriği vardır. Çünkü eyleme geçen her doğa savunucusu devletin örgütlü zor gücüyle, tekellerin uluslararası imkanlarıyla, basınıyla, medyasıyla, politik çevirme hareketiyle karşı karşıya geçecektir. Ama küresel çapta burjuvazi dünyamıza karşı işlediği suçlarla her gün karşısında daha fazla insanı bulmaya devam edecek. Asıl mesele eylemlerin anti-kapitalist yönünü büyütebilmek ve düzene karşı çevirebilmekte yatıyor!

K. Taylan Kızıldağ