Madde çeşitli hareket biçimlerine sahiptir ve bu hareket biçimleri arasında karşılıklı bağıntı vardır. Maddenin tarihsel gelişimi incelendiğinde, bu bağıntının, göreceli olarak daha alt düzeydeki hareket biçimleri temeli üzerinde yüksek düzeydeki hareket biçimlerinin oluşması şeklinde gerçekleştiğini görürüz.

Dolayısıyla, daha yüksek düzeydeki hareket biçimleri, doğal olarak, kendi temellerini oluşturan daha alt düzeydeki hareketleri de kapsar. Bu, ileri ve görece geri hareket biçimleri arasında nitelik farkı olduğu anlamına gelir aynı zamanda.

Karşılıklı ilişki içinde bulunan hareket biçimlerini ele alırken, bunları birbirinden kopuk, ayrı ele almak ne kadar yanlışsa daha yüksek gelişkin hareket biçimini daha alt düzeydeki hareket biçimine indirgemekte o kadar yanlıştır. İlkinde, ileri olanın kökeni, nasıl ortaya çıktığı açıklanamaz hale gelinir, ikincisinde ise, ileri olanın kendine özgü yanları, niteliği görülemez.

Maddenin tarihsel gelişimini incelediğimizde gördüğümüz bu durumu, toplumsal olarak örgütlenmiş maddenin bir ögesi olan proletaryanın sınıf hareketinin tarihsel gelişiminde de görürüz.

Kapitalizm tarih sahnesine çıktığı ilk andan itibaren, proletaryayı insani olmayan bir yaşama mahkum eder. Proletarya, bu yaşam içinde kendini yok edilmiş ve güçsüz görmüştür. Kendini her gün maddi ve manevi anlamda yok eden ve çaresiz bırakan toplumsal düzene, gözle görülmeyen onlarca toplumsal ilişkiler zinciriyle bağlanmış olması, onu daha da çaresizleştirmiştir. Çünkü, hem kendini ezen toplumsal ilişkiler zincirini kavrayamamakta dolayısıyla neyle savaşacağını bilememekte, hem de toplumsal bir varlık olarak, içinde bulunduğu toplumu terk edip bir başına yaşayarak kendini kurtarma seçeneğine sahip değildir.

Bu durum, proletaryayı eyleme geçmeye zorlar. Düşmanının ne, kim olduğunu kavrayamamış olsa da harekete geçer. Çünkü yaşadığı çaresizlik, güçsüzlük ve yok edilme hali, insani doğasına tümüyle aykırıdır. İnsanı doğası, onu, çaresizlik ve alçalma içinde yaşamaya zorlayan toplumsal ilişkilerle çatışma halinde tutar. İsyan ettirir. Kendi içinde yaşadığı çelişkiden doğan devinim onu harekete geçirir. Ve o anki bilinç düzeyi, yaşam koşullarından neyi sorumlu tutuyorsa ona saldırır.

Hırsızlık, makine kırıcılığı vb biçimlerde başlayan bu isyan, işçinin kapitaliste karşı mücadelesine ve nihayetinde, işçi sınıfının kapitalistlere karşı ekonomik, politik, ideolojik biçimler altında yürüttüğü insani toplum kurma savaşımına varır.

Sınıf hareketi tarihsel olarak kendini ilk ekonomik, mücadele biçiminde göstermiştir. Tüm ülkelerde, işçiler ilk önce çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek için harekete geçmiş; sınıf hareketi, günlük ekonomik çıkarların savunulmasıyla başlamıştır.

İşçi sınıfının politik mücadelesi bu temel üzerinde ortaya çıkar. Çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirme mücadelesi, proletaryanın politik faaliyete yönelmesine neden olur. İşçi sınıfı, ileri kesimleri şahsında, diğer sınıflara, toplumsal kesimlere ve en önemlisi devlete karşı az çok bilinçli bir davranış çizgisi izlemeye, bazı taleplerde bulunmaya başlar. Ve böylece işçi sınıfı politikası, kapitalistlere karşı savaşının politik biçimi doğar.

Bu durumu (yani politik mücadele biçiminin ekonomik mücadelenin yönettiği temel üzerinde yükselmesini) kaba materyalist bir bakış açısıyla ele alıp ekonomik mücadele biçimini, politik mücadeleye göre daha önemli ilan edenler; ya da politik mücadeleyi önem açısından ekonomik mücadeleyle aynılaştıranlar olur.

Oysa ki, işçi sınıfının kapitalistlere karşı politik mücadele biçimi, ekonomik, mücadele biçimine göre sınıf savaşımının daha yüksek düzeyini ifade eder. Onu kapsar ve önem açısından önceliğe sahiptir.

Çünkü kapitalist toplumda -ve tüm sınıflı toplumlarda- politik ilişkiler her ne kadar toplumun ekonomik ilişkilerinin bir yansıması, ikincil ilişkiler olsa da; ekonomik ilişkilerin varlığını koruyup sürdürebilmesi, bu temelde oluşmuş politik ilişkiler sisteminin varlığına bağlıdır. Kapitalist üretim ilişkilerinin sürdürülebilmesi için gerekli olan toplumsal koşullar, politik ilişkiler sistemiyle güvence altına alınabilir ancak. Dolayısıyla bu durum, üretim ilişkilerini kendi çıkarına göre düzenlemek isteyen her sınıf için, politik mücadelenin, sınıflar arasındaki ilişkileri düzenleyen kuruluşlar ve örgütler sistemine egemen olma mücadelesinin, toplumun politik örgütleniş tarzını belirleme mücadelesinin öncelikli önem kazanması anlamına gelir. Politika, ekonominin yoğunlaşmış halidir.

Hiç kuşkusuz ki, politik mücadele öncelikle ve esas olarak, kapitalist toplumun bir dizi örgüt ve kuruluşu içinde en önemlisi olan devlete kimin sahip olacağı üzerine verilir. Çünkü devlet, ona egemen olan sınıfa, her alanda iktidarını örgütleme imkanını verir. Başka bir ifadeyle devlet, egemen sınıfın iktidarının örgütlenmesini temsil eder. İktidarını örgütleme imkanını ele geçiren sınıf, kendi çıkarına uygun ekonomik ilişkileri koruma altına alma, geliştirip sürdürme olanağını da elde etmiş olur.

Burada küçük bir parantez açıp, işçi sınıfının ekonomik çıkarının dolayısıyla nihai hedefinin burjuvazi ile birlikte bir sınıf olarak proletaryayı da ortadan kaldırmak olduğunu; bu nedenle de, toplumun politik örgütleniş tarzını belirleme noktasına geldiği andan itibaren, bunu, toplumun, politik örgütlenişine son verme hedefiyle yapacağını belirtmiş olup, konumuza dönelim.

Engels, “Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni”nde, Lenin ise “Devlet ve Devrim” kitabında, sınıflı toplumlarda devletin rolünü ortaya koyarlar. Engels şöyle der;

“... Devlet, daha çok, belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun ürünüdür; bu toplumun, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin, önlemekte yetersiz kaldığı uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünün itirafıdır. Fakat, bu karşıtlıkların, yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir mücadele içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde duran, çatışmaya gem vurması, “düzen” sınırları içinde tutması gereken bir güç gerekli hale gelmiştir; ve işte toplumdan doğan, fakat kendisini onun üstüne çıkaran ve ona gitgide yabancılaşan bu güç, devlettir...” (c-7/18)

“...Devlet, sınıf çelişkilerini dizginleme gereksiniminden doğduğu için; ama aynı zamanda bu sınıfların çatışmasının ta ortasında doğduğu için, o, kural olarak en güçlü, iktisaden egemen sınıfın devletidir ve onun sayesinde siyaseten de egemen sınıf haline gelir ve böylece ezilen sınıfı bastırmak ve sömürmek için yeni araçlar elde eder...” (c-7/ 24)

Demek ki, işçi sınıfının iktisaden egemen olan sınıfın karşısına bir sınıf olarak çıkıp onu sıkıştırdığı her hareket; bu sınıf aynı zamanda siyaseten de egemen olduğu için, kaçınılmaz olarak politik bir hareket olma özelliği de kazanacaktır. Bu hareketin, politik mücadele yönünün ne kadar belirgin ve derinlikli olacağını, harekete egemen olan bilinç ögesinin gelişmişlik düzeyine bağlıdır şüphesiz. Ama unutmamak gerekir ki, bu bilinç düzeyi ne kadar geri olursa olsun, sendikal veya kendiliğinden düzeyde de olsa politik bir yanının olması; işçilerin, sefaletlerine neden olan toplumsal düzenin sürmesinde üst yapı kurumlarının oynadığı rolün az çok bilincine vardıklarını, sezdiklerini gösterir. Sekiz saatlik çalışmanın yasal güvenceye alınmasını istemek gibi. Bu, işçi sınıfına toplumsal sistemi giderek daha bütünlüklü görme, anlama ve dolayısıyla ona karşı mücadelesini de giderek daha bütünlüklü hale getirme olanağını verir.

Bu olanağı gerçeklik haline dönüştüren ise, sınıf hareketinin bilimsel sosyalizmle buluşması olmuştur. Bu sayede işçi sınıfında, proleter sosyalist sınıf bilinci doğmuş ve böylelikle işçi sınıfı kendi temel sınıfsal çıkarları, tarihsel görevi ve devrimci hedefleri doğrultusunda hareket eder hale gelmiştir. Sınıf hareketi gelişim göstererek daha ileri bir düzeye, siyasi iktidarı ele geçirme hedefine ulaşmıştır.

Anlaşılacağı üzere, işçi sınıfının politik mücadelesinin gelişimi de, hareketin genel gelişim yasasına uygun biçimde olmuştur. Bu sürece daha yakından bakalım.

Devamı Bir Sonraki Yazımızda

Umut Çetiner