< < Ey İdeoloji Sen Nelere Kadirsin!

Gerçekten de dünyadaki değişimin hızı göz kamaştırıcı! Kısa süre öncesinin "büyük olay"ları, karşı konulmaz bir hızla eskiyor; sıradanlaşıyor. "Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir" sözü herhalde tarihin hiçbir döneminde bu kadar göz doldurmamıştı!

Değişen koşulları tahlil ederken nerede duracağınız ve olaylara hangi pencereden bakacağınız çok önemli. Bu sizin ideolojik duruşunuzu ifade ediyor. İdeoloji, genel olarak sözlüklerde "bir bireyin ya da grubun benimsediği, toplumu, siyasal ve ekonomik düzeni ondan kalkarak anlamlandırmaya çalıştığı fikirler bütünü" olarak tanımlanıyor. Burada bir parantez açıp her tanımlamanın içinde bir sınırlama taşıdığını, ideoloji kavramını bütün yönleriyle bir tanıma sığdırmanın güç olduğunu belirtelim ve konumuza dönelim.

'80'li yılların sonu ve '90'lı yılların başı "ideolojilerin de sonunun geldiği" şeklinde ideolojik yaklaşımlarla karakterize olmuştu. Asıl söylenmek istenen sosyalist sistemlerde yaşanan geri düşüşlerle birlikte Marksist-Leninist yani komünist ideolojinin de tarihin labirentlerinde kaybolacağı idi. Ortalığın tozu dumanı içinde "erken zafer"ini ilan eden “neo-liberal”, yani burjuva düşünceler pek bir revaçta idiler.

Gerçekleşmiş sosyalizm deneyimlerinin bir kısmının başarısız olması, bu kesimlerde deyim yerindeyse önce "şeytan çıkarma" sonra da "şeytan taşlama" ayinleri yapılmasına sebep olmuştu. Önce "günah keçisi" olarak Stalin bulundu ve "vurun abalıya" misali, yaşanan bütün olumsuzluklar, yetmezlikler ona mal edildi. İşin orada kalmayacağı belliydi; arkasından Lenin ve Bolşevik Parti'nin 10.Kongresi, arkasından Leninist Parti anlayışı, arkasından Marx ve Engels, proletarya diktatörlüğü, determinist tarih anlayışı ve nihayetinde diyalektik ve tarihsel materyalist felsefe...

Aslında bunun böyle olması kaçınılmazdı zaten. Bu saydıklarımızın hepsi bir bütünlük oluşturduğu için, birine karşı çıkanların diğerlerine sahip çıkması beklenemezdi. Bunların hepsi komünist ideolojinin olmazsa olmaz parçalarıydı ve zincirleme şekilde birbirine bağlıydılar.

Dolayısıyla “neoliberalizmin” yani burjuva ve küçük burjuvaların "erken zafer"ini ilan ettiği yıllarda troçkist, anarşist, sivil toplumcu düşünceler de arz-ı endam eylediler. Gelişmelerin kendilerini haklı çıkardığını iddia eden bu şüreka da Marksizm-Leninizme saldırmak için yıllardır pusuda tuttukları ne kadar ideolojik cephaneleri varsa hepsini birbiri peşi sıra kullanmaya başladılar.

Sosyalist sistemlerde yaşanan geri düşüşlerle ilk etapta bir şaşkınlık yaşansa da marksist-leninistler kendilerini toparlamayı başardılar ve ideolojik savaşın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anladılar. Marksizm-Leninizmin ana direklerine karşı yapılan saldırılar püskürtüldü; ama durmadı. Bu kez, sürece yayılmış bir şekilde ideoloji alanındaki savaş devam etti. Önce "Leninizmin Marksizmden ayrıştırılması gerektiği; Leninizmin iradeci olduğu, tarihi zorladığı ve koşullar yeterince oluşmadan Ekim Devrimi'nin gerçekleştiği" söylendi ardından da "Marksizmin batı merkezci olduğu"...Bu durumda özellikle doğuda yaşayanların sorunlarına Marksizm-Leninizmin çözüm olamayacağı, onların "yeni arayışlar"a yönelmeleri gerektiği vaaz edildi.

Aslında bütün bu saldırıların hepsi burjuvazi tarafından yönetiliyordu; toplumu yönlendirmek için kullanılan manipülasyonların hepsi bu kez topluma öncülük iddiasında olanlara karşı kullanılıyordu. İnsanların kafasında ne kadar karmaşa yaratılırsa, net olan düşünceler ne kadar muğlaklaştırılırsa burjuvazi kendini o kadar başarılı addedecekti. Ve ne yazık ki bu konuda gelinen aşamada tümüyle başarısız oldukları söylenemez. Birçoklarının kafasında bir ideolojik keşmekeş yaratabildiklerini kabul etmek gerekiyor. Marksizme yabancı ne kadar sınıf-dışı düşünce varsa hepsi adeta sökün et(tiril)ti. Olaylara, olgulara sınıfsal bakma düşüncesinden uzaklaşanlar başka limanlara yelken açmaya başladılar; yelkenlerini dolduran rüzgarın burjuva sınıfın estirdiği karşı-devrimci rüzgar olduğunu farketmeden...

Elbette Marx'ın "bizim öğretimiz bir dogma değil eylem klavuzudur" sözünü unutarak, öğretiyi bilimsel gelişmeler ışığında dünyanın devrimci dönüşümü için kullanmak yerine donuklaştırıp, "ölü metinler"e dönüştürenler, işi her şeyi formüle etmeye kadar götürenler, sanki tarih önceden cetvelle çizilmiş gibi bir hat izleyecekmişçesine kalıpçı bir anlayış geliştirenler, bu tür anlayışlara çanak tuttular.

Eleştirilerin ucunu kaçıranlar, Marksizmin kaderci olduğu, dolayısıyla Marksistlerin gerçekleşmesinin zaten kaçınılmaz olduğunu düşündükleri komünizm için mücadeleyi tavsattıklarını söylemeye kadar vardırdılar işi. Yani Lenin'i iradecilikle suçlayanlar Marx'ı edilgencilikle suçlamaya kalkıştılar! Hatta Marx'ın "Kapital'i yazmak suretiyle kapitalizmi idealize ettiği"ni söyleyenler bile çıktı!

Mevlana'nın "Dünle beraber gitti cancağazım/ düne ait ne varsa/ şimdi yeni şeyler söyleme zamanı" sözünü adeta kendilerine ilke edinen bu çevreler, "yeni şeyler söylemek" adına tam bir savruluş yaşadılar. Bugüne kadar sosyalizmin yaşadığı bütün sorunların "devletçi anlayışlar"dan, bunun da esas olarak “kapitalist modernite”den kopamamaktan kaynaklandığını iddia edenler, çözümü "demokratik modernite" dedikleri şeyde buldular.

"Kapitalist modernite içinde eritilmeyen, uzlaştırılmayan görüş çok azdır" diyen bu çevreler, "iktidarcı anlayışlar"a karşı çıkarak daha çok yerellerde özyönetime dayanan "ekonomik ve ekolojik komünal birlikler" kurmak suretiyle "yeni bir yaşam" kurulabileceğini iddia etmektedirler. Daha çok Kürt Ulusal Hareketi içinde gelişen bu anlayışlar, "demokratik modernitenin temel unsurları olan ekonomik, ekolojik, ahlaki ve politik toplum bölge jeokültürünü esas almaktadır" diyorlar. "Tarih(in) sınıf savaşımları tarihi" olduğunu artık kabul etmedikleri için "coğrafya insanın kaderidir" anlayışından yola çıkarak "jeokültür" diye bir kavram geliştiriyorlar. "Dayanışmaya imkan veren, işsizliği önleyen, çalışmayı özgürleşme sayan, verimliliğe yol açan düzen"i, yani "demokratik komünalite"yi bu “jeokültür”ün kendilerine sağladığını varsaydıkları avantajlarla kuracaklarını iddia ediyorlar.

Sanırsınız bahsi geçen coğrafyada, yani Ortadoğu'da, emek-sermaye uzlaşmaz çelişkisi yok, sınıf gerçeği yok; egemen sınıfın baskı ve zor aygıtı olan devletler yok; herkes bu düşüncenin ne kadar yerinde, akla yatkın olduğunu anlayacak ve varolan konumunu terkederek bu düşünceyi benimseyecek ve Ortadoğu Demokratik Komünü kurulacak, sonrasında mutlu-mesut yaşanıp gidilecek. Endrüstriyalizm son bulacak, ekolojik-demokratik bir üretim anlayışı gelişecek; "ucu kapalı ve katı kimlikli iktidar tekelciliği" yerine demokratik toplum inşa edilecek. Ezen ulus-ezilen ulus gerçekliği ortadan kalkacak, "parçalayıcılığı değil, bütünleştiriciliği esas alan" demokratik ulus gelişecek; "ideal sinerji mekanları", demokratik konfederalizm oluşturulacak. Deyim yerindeyse bir prenses gelecek kurbağayı öpecek, kurbağa bir anda prense dönüşecek, masal mutlu sonla bitecek, bizler de kerevetine çıkacağız! Diyeceksiniz ki "bir de komünizme ütopik diyorlar", haklısınız.

Kimse bu düşüncelerin özgün olduğunu da sanmasın; neredeyse tamamı artık hayatta olmayan, kendini "komünalist" olarak tanımlayan Murray Bookchin adlı düşünürden alınmış düşünceler. Bookchin, "hiyerarşici" anlayışlara karşı çıkıyor ve "herkesin karar alma süreçlerine özgürce katılabildiği ve tüm maddi yaşam araçlarının komünal olarak sahiplenilip üretildiği ve bölüştürüldüğü bir özyönetim"den bahsediyor ve buna da "komünalizm" diyor. Sanırsınız ki, hiyerarşi denilen şey yaşamın zorunluluğu içinde ortaya çıkan bir şey değil de bir tercihtir. Sanırsınız ki, insanlar kendi tarihlerini, doğrudan doğruya karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde; bütün ölmüş kuşakların geleneği büyük bir ağırlıkla onların üzerine çökmüş haldeyken değil de, kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yaparlar.

Öyleyse "devlet olmasın" dersiniz devlet olmaz; "hiyerarşi olmasın" dersiniz hiyerarşi olmaz;"sömürü olmasın" dersiniz sömürü olmaz; "sınıflar olmasın" dersiniz sınıflar olmaz; "sosyal ekoloji" düşüncesiyle her şeyi dengeler, yerel yönetimlerle karşılıklı görüş alışverişi ile her şeyi demokratik bir şekilde düzenler; kelime biraz kulak tırmalayıcı ama, yönetirsiniz! Ya da zaten atomaltı parçacıklarının hareketlerinde olduğu gibi her şeyi bir belirlenimsizliğe (siz bunu kendiliğindenciliğe diye okuyun) bırakır; kaosa teslim edersiniz. Kim kime dum duma! Bundan ala özgürlük mü olur!!

Şimdi söyler misiniz bu ideolojik keşmekeşe burjuvazi sevinmesin de kim sevinsin! "Birleşik bir yanılgı"dan ibaret olan bu ve bunun gibi düşünceler, sermayenin, onun gerçek kabusu olan Marksist-Leninist ideolojiye karşı yükselttiği şatolardan başka bir şey değildir; ama şu virüs salgını da bir kez daha gösterdi ki, bu şatoların da hiçbir güvencesi kalmamıştır. Komünist bir devrim olmadan, dünyanın kurtuluşunun mümkün olmadığı gerçeği bu vesileyle bir kez daha insanlara kendini hatırlatmıştır.

Ali Varol Günal