"Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği" devrimci durum koşullarında, eğer toplumsal huzursuzluk ve öfke ile harekete geçip isyan etme/ ayaklanma arasındaki mesafe beklenildiği gibi hızlı kapanmıyorsa bunun nedenleri üzerine kafa yormak gerekiyor.

Sorunu sadece öznel faktörün yetersizliğiyle açıklamak çoğu zaman başvurulan bir yöntem olmakla birlikte tatmin edici değildir. Her somut durumu kendi gerçekliği içerisinde değerlendirmek yerine ezberci kalıplarla düşünmek, konuşmak ve yazmak bizi bir adım olsun ileri götürmez.

Söz konusu olan Türkiye ve K.Kürdistan olunca sorunu biraz daha enine boyuna incelemek gerekiyor. Kısa süre öncesine kadar büyük devrimci atılımlar yapan kitle hareketinin görece geri çekilişinin nedenlerini araştırmak büyük önem taşıyor.

Gezi Ayaklanması ile doruğuna ulaşan devrimci kitle eylemleri, Berkin Elvan cenazesi ve 6-7 Ekim Kobane serhıldanı ile hem yaygınlaşmaya hem de sertleşmeye başlamıştı. Arkasından gelen demokratik özerklik açıklamaları, Cizre ve Sur'da yaşanan “Hendek Savaşları”, mücadelenin seyrinin sürekli yükselen bir çizgide gideceğini gösteriyordu. Ancak faşist devletin birbiri ardına yaptığı provokasyon ve katliamlar, hareketi baskıladı ve şiddetini düşürdü.

Hemen sonrasında yaşanan 15 Temmuz Darbe girişimi ve OHAL ilanı, sokakların bir süreliğine de olsa boşalmasına neden oldu. 12 Eylül dönemini aratmayacak baskılar, yükseltilen korku duvarlarına bir de yığınları manipüle eden medyanın siyasi iktidar tarafından tamamen kontrol altına alınması eklenince yığın hareketi, kendi kabuğuna çekildi, Polis şiddeti, gözaltı, tutuklamalar, infazlar, insanların kafasında eğer sokağa çıkarlarsa "eşitsiz bir savaşta yenilme olasılığı" ile karşılaşabileceklerine dair bir algı oluşturdu.

Çoğu insan, tepki verirse yalnız kalacağı, diğerlerinin aynı tepkiyi vermeyeceği düşüncesine kapıldı. Gezi Ayaklanması sırasında yakalanan sinerjinin kaybolduğu, bir daha da kolay kolay yakalanmayacağına dair karamsar ruh hali, biraz da reformist ve oportünistler eliyle insanlar arasında yayıldı. Siyasi iktidarın konumunu sağlamlaştırdığı, ordu-polis, mahkemeler, radyo, televizyon, gazeteler vb her şeyi kontrolüne almak suretiyle, hiç kimseye hareket alanı bırakmadığı yönündeki düşünceler, giderek devrimci eylemlerden uzak durma şeklinde kendini gösterdi. Siyasi iktidarın kendisini koruyabilmek için paramiliter güçleri örgütleyip silahlandırması da işin tuzu biberi oldu.

Tabii, siyasi iktidar bu süreçteki "algı operasyonu"nu iyi yönetti. Ve bunu en çok medya üzerinden yaptı. Gerçekte dibe vuran ekonominin iyiye gittiğini, dış güçlerin ekonomide kriz olduğu algısı yaratarak hükümeti zora sokmaya çalıştığını, büyük oranlarda büyüme rakamlarına ulaştıklarını, "Türkiye'nin dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi olduğu" vb yalanlarını sürekli tekrarlamak suretiyle toplumu buna inandırmaya çalıştılar. Yine şovenizmi körükleyerek sıradan insanları Kürt Halkı'na karşı kin ve nefret duygularıyla doldurmaya çalıştılar. Yığınların bilincini köreltebilmek ve manipüle edebilmek için deyim yerindeyse ellerinden gelen her şeyi yaptılar.

Bu konuda medyanın önemli bir yer tuttuğunu kabul etmek gerekiyor. Gerçeklere yer vermemenin yanı sıra kapitalist propaganda ve dezenformasyonun akla gelebilecek her türüne başvurmak konusunda bir hayli yol aldıkları görülüyor. En başta, dünyanın değişmeyeceğine, "her şeyin böyle gelmiş böyle gideceği"ne, kapitalist sistemin bir alternatifinin bulunmadığına dair düşünceleri toplumun tüm gözeneklerine yaymak için yoğun mesai harcıyorlar. Reklamlar vb aracılığıyla insanlar tüketime güdülüyor, dahası tüketim labirentleri içinde insanların kendilerini kaybetmesini sağlıyorlar. Gündelik yaşamın vazgeçilmez bir parçası haline gelen akıllı telefonlar, televizyon vb vb sayesinde insanları şartlandırıyor ve algılarını belirli bir ölçüde yönlendirebiliyorlar.

Günümüzde büyük medya tekellerinin gücü, yadsınamaz boyutlardadır. Öyle ki, büyük sermaye gruplarının bunları satın alarak kullanmasının yanında artık kendileri birer tekel durumuna gelmişlerdir. Ve bunlar toplumu baskılanma altında tutabilmek için en az devletin zor aygıtları kadar etkin bir rol oynamaktadırlar. Devletin İdeolojik Aygıtları arasında yer alan medya, bugün kitlelerin algısının ve bilincinin yönlendirilmesinde önemli bir yer tutuyor. Öyle ki, bir gerçekliği tamamen tepetaklak edip topluma çok farklı sunabilme kabiliyetine sahiptir. CNN'in sahibi Ted Turner'e "bizim kameralarımızın çekmediği ve yayınlamadığı şeyler, var olmamıştır" diyebilme küstahlığını veren şey, medyanın bu gücüdür. Elbette bu, medyanın her şeyi dilediğince belirleyebildiği anlamına gelmiyor. Toplumsal bilinç de sadece medya aracılığıyla oluşmuyor; bir çok süreçten ve dolayımdan geçerek oluşuyor. Her şeyden önce, insanlar kendi gündelik yaşamlarında, yaşamlarını idame ettirmek için karşı karşıya kaldıkları zorlukların farkında ve en değme burjuva medyanın aksi yönde yapacağı propaganda bile bu gerçeği değiştirmeye yetmiyor, yetmeyecektir.

Burada din faktörü devreye giriyor. Varolan siyasi iktidar, toplumsal baskılanmayı en çok da din faktörü üzerinden kurguluyor. Sömürü çarkları içerisinde en ağır koşullar içinde çalıştırılan ve acımasızca sömürülen insanlar, bu duruma sessizce katlanabilmeleri için "tevekkül"e çağırılıyor; isyan etmenin "günah" olduğu, herkesin haline şükretmesi gerektiği, az'la yetinmeyenin çoğu bulamayacağı, en nihayetinde her şeyin allahtan geldiği, kaderimize razı olmamız gerektiği vb söyleniyor. Televizyonlarda milliyetçiliği körükleyen dizilerin vb yanında bu tür dini programların bir hayli yaygın olması tesadüf değil. Böyle programları izleyen sıradan işçi ve emekçilerin bilinçlerinin milliyetçi ve dini argümanlarla bulanmaması çok zor. Deyim yerindeyse bu tür programlar, insanların bilinçlerini dumura uğratıyor.

Bu nedenle bizlerin işçi ve emekçilerin gündelik yaşamıyla daha çok ve daha doğrudan bağlar kurmamız, bunun araç ve yöntemlerini bulmamız gerekiyor. Sosyal ağlar ve internet, bu konuda oldukça etkili. Tabii bunları kullanırken, akıllıca hareket etmek, güvenliği ihmal edecek şekilde davranmamak gerekiyor; çünkü, burjuvazi de bu alanın etkisini en az bizim kadar biliyor ve kendince tedbirler alıyor.

İnsanların doğrudan eyleme geçemeyişlerinin nedenleri arasında örgütsüzlük en belirleyici yeri tutuyor. Buraya kadar anlattığımız her şeyin üstesinden gelecek olan örgütlü düşünmek ve örgütlü davranmaktır. Bireysel yaşamın labirentlerinde kaybolan insanlara örgütlü olmanın kaçınılmaz zorunluluğunu anlattığımızda ve onları bizimle birlikte örgütlenmeye ikna ettiğimizde, kitle hareketinin önündeki engelleri bir bir kaldırmaya başlayabiliriz.

Bugün geniş yığınlar, gerçekten güvenebilecekleri, peşinden gidebilecekleri bir önderlik arayışı içerisindedirler. Onlarla temasa geçtiğimiz her noktada, buna aday olduğumuzu göreceklerdir. Bugüne kadar ideolojik ve politik alanda yarattığımız etkiyi, örgütsel alanda da yarattığımızda yığın hareketinin önünün açılacağından kimse kuşku duymamalıdır.

Ali Varol Günal