Toplumsal çürümenin boyutlarını, her gün her saat yaşayarak görebiliyoruz. Öyle ki, bu artık “herkesin bildiği bir sır” halini aldı. Tekelci aşamasında bulunan kapitalist sistem, bir devrimle yıkılmadıkça kendisiyle birlikte toplumu da çürütmeye devam edecektir. Çürümenin nerelere varabileceğini tahmin etmek ise, gerçekten güç.

Bugün AKP iktidarı altında dini tutuculukla çürüme, yobazlıkla yozluk atbaşı gidiyor. Rusya'da bir yüzyıl önce Rasputin dönemine rahmet okutacak gelişmeler, bu dinci-faşist iktidar döneminde yaşanıyor. Ensar Vakfı'nda yaşananlar, buz dağının sadece görünen kısmı. Başka yerlerde insanın kanını donduracak olayların yaşanıyor olmasına şaşmamak gerekiyor. Televizyonda yayınlanan Survivor izleme oranlarının, Cizre'de vahşet bodrumlarında insanlar kimyasal gazla, top atışlarıyla öldürülürken en yüksek düzeyine çıkması, bir tesadüf olmasa gerek. Çocuk pornografisi izleme oranlarında Türkiye'nin dünyada ilk sırada gelmesi de...

Çürüyen kapitalist sistem, insanlara adeta “ne kadar rezil olursanız o kadar iyi” demektedir. Ve bu çürüme bir salgın hastalık gibi yayılmaktadır. Adeta insanları insanlığından çıkaracak şekilde toplum uyuşturulmakta, 36 yıl iktidarda kalan Franko'nun “Ben İspanyayı 3 F ile yönettim: Futbol, Fiesta (eğlence) ve Fuhuş” sözleri ödünç alınırcasına, toplumun tüm gözeneklerine çürütücü unsurlar bir zehir gibi şırınga edilmektedir. Her şeyden önce televizyon kanalları adeta birer lağım kanalı gibi evlerin içinden akmakta, dizilerden, evledirme programlarına kadar bir çok programla insanların beyinleri esir alınmaya çalışılmaktadır. Reklamlar vb ile insanlar tüketime özendirilmekte, marka ya da moda düşkünlüğü ile insanların algıları yönlendirilmektedir. Bunların her biri ayrı birer sektör olmuştur ve toplum mühendisleri aracılığıyla, sosyal psikologların vb etütleriyle toplumun dokusuna nasıl nüfuz edileceği bilinmektedir.

Elbette bizim hitap ettiğimiz, devrimin devindirici ve öncü gücü olan işçi sınıfı da bunlardan bağımsız değildir. Hatta denilebilir ki, burjuvazi, en çok bu kesim üzerinde çabalarını yoğunlaştırmakta, onun sınıf karakterini bozabilmek, yozlaşmasını sağlayabilmek için yoğun çaba harcamaktadır.

Marx bu duruma Kapital'de dikkat çekmişti : “Sermaye birikimi oranında aldığı ücret, ister yüksek ister düşük olsun, işçinin yazgısı daha da beter olacaktır” diyor usta, “Nihayet, görece artı nüfusu ya da yedek sanayi ordusunu (yani işsizleri-bn), birikimin büyüklüğü ve hızı ile daima dengeli durumda tutan yasa, işçiyi sermayeye Vulcan'ın Prometheus'u kayalara mıhlamasından daha sağlam olarak perçinler. Sermaye birikimine tekabül eden bir servet birikimi yaratır. Bu yüzden, bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, bilisizliğin, zalimliğin, akli yozlamanın birikimi ile aynı anda olur.” Bugünü anlamamıza yardımcı olan satırlardır bunlar.

Devrimi sonuna kadar götürebilecek yegane devrimci sınıf olan proletaryanın bugün yozluğa sürüklenmesinin nedenleri bu satırlarda gizli. İşsiz, lümpen proleter kesimlerde bozulma ve yozlaşma daha yaygındır. Mahalle varoşlarında karşılaştığımız gençlerin çoğu bu durumdadır ve siyasi iktidar deyim yerindeyse açlıkla terbiye politikasıyla bu kesimleri kendisine bağlama çabası içerisindedir. Yoksul ve işsiz bıraktığı bu insanlara  el uzatıyormuş gibi görünerek bu insanlarda kendilerine minnet duyguları uyandırmaya çalışıyorlar.

Bu durumda siyasi iktidara karşı çıkanların toplumsal yapıyı iyi tahlil etmeleri gerekirken, tam tersine insanlara karşı elitist (seçkinci) davranışların geliştirildiğini görebiliyoruz. Aziz Nesin'in “Türk milletinin % 60'ı aptaldır” sözünün üzerine atlayan bu kesimler, sanki bu sözler gerçeği birebir yansıtıyormuş gibi, seçim sonuçlarını bile buna göre yorumlamaya kalkıyorlar. Elbette herkes kendini kalan % 40 arasına koyarak...Halka bu tepeden bakış, halka daha da yabancılaşmaktan başka bir işe yaramamakta. Toplumsal yapıdaki çürümeyi durdurmak yerine, tam tersine, karamsarlık yayarak daha da kökleştirmekte.

Komünistler, devrimde dayanacakları sınıfların durumunu tahlil ederlerken sorunu kötü yanın atılıp iyi yanın alınması şeklinde tahlil etmezler. Sorunları diyalektik bütünlüğü içinde ele almak şarttır. Nazım Usta'nın dediği gibi “her şeye rağmen ve her şeyden dolayı”... bizler, iyimser olmak zorundayız, “akarsu gibi”...

Devrim elbette bütün pislikleri, bütün yozlukları ve yozlaşmayı temizleyecek yegane güçtür. Devrimi bir kılıç kesiği gibi her şeyin bittiği bir an olarak değil, bir süreç olarak ele almak gerekir. Dolayısıyla devrim süreci, sadece sınıfların durumunu, sınıflar arası dengeleri değil, içinde yer alan bütün insanları değişime uğratır. Bugünkü insanların yarın da böyle kalacaklarını sanmak, olayları donuk ele almaktır. Proletaryanın devrim süreci içerisinde kendisiyle birlikte bütün bir toplumu da nasıl değiştireceğini hep birlikte göreceğiz. Proletarya kültürü, eski kültürel yapıyı bir bütün halinde  radikal bir değişikliğe uğratacak ve çürüyen yanları ayıklayıp, yeniyi kurmamızda bize yol gösterecektir.

Devrim ve halk iktidarı ile birlikte toplum yeniden örgütlenecek, yeni insanlar yeni topluma yön vereceklerdir. Halk arasında çokça söylenen “et kokarsa tuza yatırılır, peki tuz kokarsa?” sözünden bugüne anıştırma yapmamızın nedeni durumun umutsuz olmasından değildir; tersine ne yapılacaksa şimdi yapılmasının zorunluluğundandır. Sonuçta biliyoruz ki, umut da katıksız yenen bir ekmek değildir.

Devrim bütün umut ettiklerimiz içerisinde en somut ve en gerçek olan şeydir ve bize umut ettiğimiz her şeyi kazandıracaktır. En önemlisi de, insanın insan olarak kalması için artık devrimden ve sosyalizmden başka seçenek kalmamıştır.   Haziran 2016

Ali Varol Günal