Kapitalizmin gelişimi günden güne insanları daha fazla bireycileştiriyor, aynı anlama gelmek üzere bencilleştiriyor. Kapitalizmin vahşi cangılında insanlar, sadece yükselmek için değil ayakta kalabilmek için de başkalarının omuzlarına basmaları gerektiğini düşünüyorlar.

Aslında böyle düşünmeye zorlanıyorlar demek daha doğru. Bir avuç zengin dışında milyonlarca insanın açlığa ve sefalete mahkum edildiği koşullarda insanlardan başka türlü davranmalarını beklemek için bilinçli olmaları gerekiyor. Bunun için de komünistlere herkesten daha fazla iş düşüyor. Toplumun değiştirilip dönüştürülmesi, kolektif temellerde yeniden örgütlenmesi bugünden yarına ciddi bir kolektif çabayı gerektiriyor.

Bu çaba, kapitalizmin ideologlarının kolektivizme, kolektif yaşama cepheden savaş açtıkları günümüz koşullarında daha da bir önem kazanıyor. Kapitalizmin merkezlerinde bugün en fazla propagandası yapılan şey, ancak güçlü olanların ayakta kalabileceği, insanların doğal olarak eşit olmadıkları, büyük balığın küçük balığı yutmasının bir doğa kanunu olduğu, bir elin beş parmağının bir olmadığı, bencilliğin insanın fıtratında olduğu, kapitalizmin insan doğasına en uygun sistem olduğu, dünyanın çıkar dünyası olduğu, rekabetin insan ve toplum gelişiminin temel devindirici gücü olduğu, rekabet olmazsa gelişmenin duracağı vb vb'dir..Geçen yüzyılın ortalarında geliştirilen sosyal-darwinizmin değişik türevlerinin günümüz koşullarında yeniden popüler hale getirilme çabasıdır bu. Emperyalist-kapitalist sistem yıkılışın eşiğine yaklaştıkça bu sonu engellemek, en azından geciktirmek için bu tür kıyıda köşede kalmış düşünceleri, allayıp pullayıp insanların önüne yeniden koymakta bir beis görmüyor. Sosyal-darwinizm tıpkı doğada olduğu gibi toplum yaşamında da "doğal bir seçilimin" şart olduğunu öne sürüyor. Yani ancak, güçlü olan ve yeni koşullara en hızlı uyumu sağlayan bireylerin yaşamda kalabileceğini ve toplumsal konumunu koruyup geliştirebileceğini öne sürüyor. Dolayısıyla kolektivizmin, kolektif yaşamın insan doğasına yabancı olduğunu savunuyor. Buradan sosyalizm ve komünizmin mümkün olamayacağı sonucunu çıkarıyor. Yaşanan sosyalizm deneyimlerinin başarısızlıklarını da bununla ilintilendiriyor. Günümüzün liberal düşüncelerine de yataklık eden bu anlayışa göre her şeyi doğal evrimine bırakmak gerektir; öyle yapıldığında görülecektir ki, denge kendiliğinden kurulacaktır! Tıpkı kapitalizm ideologlarının çokça savunduğu kapitalist pazarda dengeyi sağlayan bir "görünmez el" türünden bir şeyin toplum yaşamını da düzenleyip dengelemesi gibi. Böyle bir dengenin kapitalist pazarda hiçbir zaman sağlanamamış olması bir yana bugünkü toplumsal eşitsizliklerin temelinde yatan şeyin kapitalist sistemin bizzat kendisi olduğu, emek-sermaye çelişkisinin kapitalist sisteme içkin olduğu, birinin yararına olan şeyin diğerinin zararına olduğu gerçeğinin de üzerini örtme çabasıdır bu. Malthus yıllar önce dünya nüfusunun bu hızla artmaya devam etmesi durumunda dünya üzerindeki kaynakların insanlara yetmeyeceğini, bu nedenle gerekirse savaşlar çıkarmak yoluyla dünya nüfusunu azaltılmasını önerirken bile daha açıktı! Aslında bugün kapitalizm merkezlerinde krize çare arayışlarının gelip dayanacağı yer, Malthus'un uçuk düşüncelerinden başkası değildir. İnsanlara kolektivizm yerine bireyciliği/bencilliği salık verenlerin de...

Bu tür kapitalizme zaman kazandırma düşüncelerinin ortak vargılarından biri de, komünizmde herkes ihtiyacı oranında alacağı için kimsenin çalışmak istemeyeceğidir. Yani "madem insanların bütün ihtiyaçları karşılanacaktır, insanlar bu durumda niye çalışsınlar?"dır.. Bu anlayış da bugün ile gelecek arasındaki süreci yok sayma anlayışıdır. Her şeyden önce komünizm öncesi yaşanacak olan sosyalizmin üzerinden atlamak, sosyalizmin insanı değiştirici/ dönüştürücü özelliğini yok saymaktır. Marx ve Engels, kapitalizmle komünizm arasına bir ara aşama olarak sosyalizmi koyarlarken bunu düşünmüşlerdi kuşkusuz. Kapitalist sistemde yetişen insanın bakış açısına göre, insanlar eğer ihtiyaçları karşılanacaksa çalışmaz tembellik yapabilirler. Oysa sosyalizm aşamasından, yani herkesten yeteneğine göre alınıp herkese emeği oranında verilecek olan bir toplumsal aşamadan geçtikten sonradır ki, insanlar bir şey karşılığında değil, gönüllü olarak çalışacaklar, çalışma bir yük/eziyet olmaktan çıkacak bir zevk halini alacaktır. Sosyalist sistemin insana sağlayacağı boş zamanlarda insanlar kendilerine, bireysel gelişimlerine daha fazla zaman harcayabilecek, böylece insanın çok yönlü gelişimi hızlanacak, kafa emeği ile kol emeği arasındaki farklar gitgide daha da azalacak, bilim ve teknolojideki gelişmelerle beraber insan yaşamı daha da kolaylaşacak, zenginleşecektir. Bu durumda bir gelecek kaygısı olmayacağı ya da kısıtlı imkanların çok sayıda insana dağıtımı değil de bolluğun eşitçe, daha doğru bir deyimle ihtiyaca göre dağıtımının koşulları oluşacağından kimsenin bir başkasını kıskanması vb. sözkonusu olmayacak, doğal olarak bencilliği gerektirecek bir şey de olmayacaktır. Gelecek toplumun nasıl olabileceğini düşünürken bugünün mantığıyla değil, o günün mantığıyla bakmak gerekir. Burada da diyalektik, yani süreçlerle düşünmek esastır. Beynimizde bugünle gelecek arasındaki bağı koparan metafizik düşünceyi bir kenara bırakırsak, söylenenin bir ütopya olmadığını, gelişmenin yönünün buraya doğru olabileceği daha iyi kavranılır.

Sovyetler Birliği'nde yaşanan "gönüllü Cumartesiler", "Stehanov Hareketi" türünden örnekler, komünist/ gönüllü çalışmanın mümkün olduğunu, bir kitle seferberliği halinde insanların, insanlığın geleceği için karşılık beklemeden çalışabileceklerini göstermiştir. Bu tür örnekler aynı zamanda, bencilliğin doğuştan olmadığını göstermektedir. Açıktır ki, bencillik insana öğretilmiştir; öğrenilen her şey gibi bunun yerine yeni bir şey de öğrenilebilir. Yani biz nasıl sınıflı toplumlar tarafından bencil olmaya, kendimizi düşünmeye şartlandırıldıysak, aynı şekilde sınıfsız bir toplumda kolektif düşünmeye ve yaşamaya şartlandırılabiliriz. Daha doğru bir söylemle bugünden yarına kolektivizmi öğrenebilir ve kolektif bir yaşamın koşullarını bugünden yarına hazırlayabilir; kolektif bir yaşam kurmak için mücadele edebiliriz. Şairin dediği gibi "yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine" diyebiliriz. "Kendi ellerimizin öz hünerini kaybetmeden" yeni bir dünya ve yeni bir yaşam kurabiliriz.

İnsanlığın gerçek tarihini yazacak olanlar, bireyciler/ "kendi yüreğinin kabuğunda yaşayan" benciller değil, "ben" yerine "biz" demeyi öğrenmiş olan, kolektif yaşamdan yana olan ve bu uğurda inanarak, özveriyle çalışanlar olacaktır.   Temmuz 2016