Özellikle son otuz yıldır kapitalist sistemin birçok merkezinde kitle ayaklanmalarına tanık oluyoruz. Bu kadar zaman içinde eylemlerde ne bir sönümlenme ne bir gerileme oldu.

Aksine eylemlerde kesin bir ısrar ve kararlılık var. Kitle eylemlerinin bu süreçte yeniden ve yeniden ortaya çıkması ve süreklilik kazanması, içinde bulunduğumuz koşullardan, bu koşulları yaratan bir temelden kaynaklanıyor. Bu temel, kapitalist üretim biçimidir. Kitlelerin eylemleri, verili toplumun yeni bir topluma dönüştürülmesi zorunluluğunu açığa vuruyor.

Toplumun devrimci dönüşümü için bir dizi değişim ve uzun mücadelelerden geçmek gerekir.

“(İşçi sınıfının) kendi kurtuluşunu ve onunla birlikte, mevcut toplumun kendi ekonomik gelişimi aracılığıyla, karşı konulmaz biçimde yöneldiği daha yüksek biçimi hazırlaması için uzun mücadelelerden, koşulları ve insanları dönüştürerek bir dizi tarihsel süreçten geçmesi gerekiyor...” (Marx)

Lenin, sosyalizme geçişin bir çağın tümünü aldığını belirtir. İşçi sınıfı iktidarı aldıktan sonra, devrimci iktidara dayanarak, sosyalizmi inşa sürecini başlatır. Bu süreç uzun mücadeleleri, birçok alanda bir dizi dönüşümü gerektirir. Bu, sosyalist kuruculuk dönemidir. Bu dönemin ne kadar süreceği verili tarihsel koşullara, işçi sınıfının örgütlenme derecesine, diğer emekçilerin işçi sınıfıyla ittifakının durumuna, maddi koşulların gelişmişlik düzeyine, işçi sınıfının devrimci partisinin örgütlenme yeteneğine ve mücadele enerjisine vb. bağlıdır.

Tarih, sıçramalarla ilerler. Kapitalizmin gelişmesiyle gelişkin, çağdaş, modern koşullar oluştu. Dünyanın büyük çoğunluğu henüz sosyalizme geçemediyse de, sosyalizme geçmek için gelişkin maddi koşulları oluştu ve böylece yeni toplum ileri bir gelişme düzeyini hazır bulmuş olacak.

David Harvey, Marx’ın teorik analizinden devrimci sonuçlar çıkaracağına, oportünist bir anlayış sergiliyor; “yani” diyor, “görevimiz, çok daha sosyalist bir alternatife barışçıl bir geçiş yolu bulabilmek için, yaşadığımız toplumda saklı duranı tespit etmektir. Devrim uzun bir süreçtir, bir olay değil.”

Devrim, siyasi iktidarın ele geçirilmesiyle başlayan ekonomik, toplumsal ve kültürel devrimci dönüşümleri içerir. Devrim “bir olay değil” deniyor. D. Harvey, burada asıl olanı, Marksizmde devrimci olanı gözden kaçırıyor. Birçok alanı kapsayan köklü toplumsal dönüşümler, büyük bir tarihsel olayla başlar: “Devrimci yoldan iktidarın ele geçirilmesi.” Bu olayı, bir dizi dönüşüm takip eder. Büyük tarihsel olay atlatılarak sosyalizme geçilemez ve sözü edilen o süreç yaşatılamaz.

Proletaryanın toplumsal devrimi, büyük bir tarihsel olaydır. Sosyalizme toplumsal devrimle geçişi yadsıyanlar, kapitalist üretim biçimine yaslanarak, kamuculukla zaman yitirirler zorunlu olarak. Tıpkı Harvey’in düştüğü açmazda olduğu gibi:

“Çağdaş sistem içinde sosyalizmin temel fikirlerinden biri bu; şeyleri kamusal alan içine dahil etmek. Britanya’da işçi Partisi’nin... kamusal yaşamdaki birçok alanın piyasanın elinden alınıp kamusal alan içine tekrar dahil edilmesi önerisinden cesaret alıyorum.”

Türkiye’de de devrimin güncelliğini inkar eden, dolayısıyla o büyük tarihsel olayı gelecek kuşaklara bırakan sosyal reformistler, kapitalizm içinde temel bir “sosyalist” fikir olarak kamucu bir program ortaya koyuyorlar. Kapitalizm altında “kamusalcılık” fikri sermayeye, onun egemenliğinin sürmesine hizmet eder. Kapitalistlerin iktidarında kamuculuk, egemen sınıfın yararına bir girişimdir. Bu fikir ilk defa öne sürülmüyor. Öncesi bir yana, en yakın tarih 1960’lardan beri ortalıkta dolaşıyor. Fakat kamuculuk yalnızca bir fikir, soyut bir öneriler demeti değil, aynı zamanda pratik olarak uygulanmıştır. Fikir uygulayan işçi partileri, sosyalist partiler oldu. Söylemeye bile gerek yok ki, sonucu pek parlak değildir.

D. Harvey, çocukluğunun Britanyasını örnek veriyor.

“Çocukluk yıllarım insanların ev sahibi olabildiği, deyim yerindeyse saygın bir işçi sınıfı topluluğu içinde geçti. İşçi sınıfından çoğu insan ev sahibi değildi, ama ev alabilen bir kesim de vardı.”

Harvey, anılarında işine geleni aklında tuttuğu için, aynı dönemi anlatırken, yukarıda söyledikleriyle çelişkiye düşüyor.

“Gençliğimde” diye devam ediyor Harvey, “sosyalist Britanya’da evsizler vardı, ama sayıları çok azdı.” Söz konusu dönemde, Britanya’da nüfusun çoğunluğu işçilerden oluşuyor. İşçilerin çoğunluğu ev sahibi olamıyorsa, bu demektir ki, insanların çoğunun evi yoktu. Bu bir yana, sözü edilen 1960’larda “sosyal konut” politikası uygulamalarına “sosyalist” diyor Harvey. “Bizim sosyalistin” tuhaf bir sosyalizm anlayışı var. Sosyalizm, bir toplumsal sistemdir. Yani bütünsel bir yapısı var. Toplumsal bir sistemi kapitalizm içinde “sosyal konut” düzeyine indirgemek, sosyalizmi çarpıtmak değilse nedir? Kaldı ki, Harvey işçilerin çoğunluğunun ev sahibi olamadığını söylüyor. Ev sahibi olabilen işçiler azınlıkta. Kaldı ki, azınlıktaki işçiler, ezilen dünya halklarının sömürülmesiyle oradan gelen payı alarak, aristokrat işçi tabakasını oluşturuyorlar ve kendi emperyalist hükümetlerinin, burjuvalarının dünyayı soyup soğana çevirmesine ve sömürmelerine ses çıkarmıyorlar. Harvey, meselenin bu çok önemli yönünü atlıyor.

Harvey, o tuhaf sosyalizm anlayışını verdiği başka örneklerle güçlendiriyor, yerleşmiş bir anlayış haline getiriyor:

“Mitterand 1991 yılında Fransa Cumhurbaşkanı olduğunda, sosyalist bir program hayata geçirmek için, devlet imkanlarını kullanmaya karar vermiştir. Bankaları kamulaştırdı ve iç pazarı denetlemek için ekonomide yeniden direksiyonun başına geçmeye başladı.”

Bankaları devletleştiren, iç pazarı denetlemek isteyen devlet, kapitalist bir devlettir. Kapitalizmin yararına bir devletleştirmeye gidildi. Kapitalizm temelleri üzerinde, bu temele dayanan bir devlet önlemi, başka bir nitelikte olmaz. Kaldı ki, gerek ekonomik ya da mali kriz zamanlarında, krizi atlatmak özel sektör bankalarını iflastan kurtarmak için sermayenin kendisi böyle bir devletleştirme önlemine başvurur. David Harvey, Britanya ve Fransa’daki iktidarların emperyalist niteliği üzerine hiçbir şey söylemiyor.

Bu partilerin uygulamalı programını sosyalist olarak gören biri, Yunanistan’da Syriza hükümet uygulamalarını rahatlıkla sosyalist olarak nitelendirir. Ama Yunanistan’da sonunda sermayenin ve emperyalist güçlerin dediği olur.

“... tahvil sahiplerinin yanı sıra, kritik bir uğrakta finansal çıkarlara boyun eğerek tahvil sahiplerinin talep ettiği önlemleri uygulayan sosyalist hükümet Syriza...” Syriza, halk ayaklanmasının yarattığı ortamdan yararlansa da, o kapitalist düzenden beslenen bir siyasi partidir. Dolayısıyla, toplumsal (sınıfsal) doğası gereği, beslendiği toplumsal sistemin dışına çıkamayacak bir burjuva güçtür.

“Sonuç” diyor Harvey, “Devlet iktidarı özel sermayeye tabi oluyor. Dolaysıyla kontrolü elinde tutanlar, bizzat tahvil sahipleri değilse bile, tekelci büyük şirketlerdir.

Türkiye’de küçük burjuva siyasi hareketler tarafından yeni savunuluyor değil. 1960’lı yıllardan bu yana çeşitli argümanlarla savunulageldi. Doksanlardan sonra daha da öne çıkarıldı. Oysa, yukarıdaki örneklerden ve bu topraklardaki deneyimlerden de görüldüğü gibi kamuculuk, sermayenin kabul etmeyeceği bir fikir değil. Sermaye sınıfı ve onların siyasi güçleri, çıkarları bunu gerektirdiği zaman hayata geçirmekten tereddüt etmez. O zaman da bu fikri pratiğe geçirmek için size ihtiyaç duymaz.

Emperyalist-kapitalist sistemde 1980’lerden başlayarak bugüne kadar devam eden “özelleştirme” politikası karşısında yine kapitalizm içinde başka bir politika olan “kamuculuk” öne çıkarıldı. 1990 sonrası özelleştirmelere karşı kamulaştırmalar, sosyal reformistlerin bir mücadele politikası oldu. İşçi sınıfının ve işçi sınıfının devrimci partisinin politikası ve program hedefi, emeğin devrimci iktidarının kurulması ve devrimci iktidara dayanarak, üretim araçlarının özel mülkiyetinin toplumsal mülkiyete dönüştürülmesidir.

Her yerde başlatılan özelleştirmeler, aynı süreçte ABD’nin öncülük ettiği bir “uluslararası serbest ticaret anlaşmasıyla” bağıntılıdır. ABD emperyalizmi, hem diğer emperyalist ülkelerin iç ve dünya pazarlarına rahatça girmek, hem de bağımlı kapitalist ülkelerin ekonomisi üzerinde daha fazla denetim sağlamak ve buralardaki zenginliğe el koymak için ülkelere yeni bir ticaret anlaşmasını kabul ettirdi. ABD’nin politikası:

“.... hepimizin rekabet edebileceği, kendi aramızda serbest ticaret yapabileceğimiz, kurallara dayalı bir dünya düzeni kurmaktı. ABD çözüm yolunu küreselleşme ve açık pazarlarda serbest bir ticarette buldu.” (D. Harvey)

Buna neoliberalizm dendi. Halbuki, liberalizm geçmişte kaldı. Kapitalizmin serbest rekabet çağına uygun düşer. Daha on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, serbest rekabet yerini tekelci kapitalizme bıraktı. Tekelci kapitalizm çağında serbest rekabet, tekellerin sağında solunda varlığını sürdürdü. Tekelci kapitalizm özgürlük değil, egemenlik ister. Tekelci kapitalizm çağında, liberalizmden söz edilemez. Yakın tarihte ortaya atılan “neoliberalizm” gerçek durumu yansıtmıyor.

“... dünyanın kaynaklarının % 80’ini kontrol ettiği söylenen sekiz milyarder....” olduğu bir dünyada herhangi bir serbest ticaretten söz edilemez. Bu da gösteriyor ki, birkaç dünya tekelinin, dünyanın kaynaklarını kontrol ettiği gerçeğinin üstü örtüldü. Neoliberalizme karşı mücadele adına, kapitalizme karşı mücadele bir kenara itildi.

“Kısacası sorun kapitalizmdir, onun kendine özgü neoliberal modeli değil. Sanırım artık altta yatan asıl sorunun bu olduğu gerçeğinin farkına varmaya başladık.” (a.g.e)

Tekelci kapitalizmin doğasına aykırı bu tip değerlendirmelere karşın kitleler, her yerde anti-kapitalist temelde bir mücadele sürdürdüler. Anti-kapitalist mücadelenin içeriği ve bileşenleri doğru olarak belirlenmeli.

“Bu hareketler, dayanak noktaları genelde anti-kapitalist mücadele ve anti-kapitalist kuram olan proleter ve işçi sınıfı mücadelesine kıyasla farklı bir sınıfsal ve toplumsal bileşim tarafından hayata geçirildi.” (a.g.e)

Kapitalizm sadece işçi sınıfını ezmek ve sömürmekle kalmaz, proleter olmayan emekçileri de sömürür ve baskı altında tutar. Doğası gereği, kapitalizmin ezdiği tüm güçlerin, kapitalizme karşı mücadele etmekte çıkarları vardır. Bu nedenle, dünyanın birçok noktasında savaşım yürüten hareketler, anti-kapitalist ayaklanmalarda yerini aldı. Gelgelelim, anti-kapitalist hareketin, kapitalizmin ötesine, sosyalizme kadar gitmesi bu hareketin işçi sınıfının, onun devrimci partisinin devrim programı hedefiyle davranmasına bağlı. İşçi sınıfı partisinin programının özü anti-kapitalisttir. Amacı sınıfların kaldırılmasıdır.

Devrim için gereken nesnel ve öznel koşullar oluştu ve bir araya geldi. Başlayan yeni bir toplumsal devrimler çağı, devrimin tüm koşullarının bir araya gelmesidir. Devrim çağı sonuna kadar götürülecektir.

C.Dağlı