< İşçi Sınıfı Devrimci Bakışla Özgürleşecektir

Önce asgari ücret görüşmeleri ve ardından da metal iş kolunda TİS süreci yaşandı. Yaklaşık 3 ayı bulan tüm bu süreç, işçi sınıfı açısından oldukça hareketli geçti. Ve sendikaların, patronlarla hükümetin taleplerini esas alan sözleşmeleri imzalamalarıyla noktalandı.

Hemen ardından tüm süreci, sendikalar, sendikaların ihaneti ve bunun önüne geçmek için ne yapılması gerektiği üzerinden ele alan yorumlar kapladı ortalığı. Hatta ne denli öngörülü olduklarını göstermek için, “biz böyle yapacaklarını öngörüp, yazmıştık” deme gülünçlüğüne düşenler bile çıktı. Tüm bu süreci ele alışları ve öngörüleri bunlardan ibaret olanların, sürecin sonunda çıkarabildikleri sonuç ise, işçilerin daha iyi bir TİS için mevcut sendika yöneticilerinden kurtulup daha iyi bir sendikal örgütlenmeye kavuşmaları ve bunun için de taban örgütlülükleri -komiteler- yaratmalarının gerekliliği oldu. Bu sonucun doğal bir uzantısı olarak da sosyalist bilinçli işçilerin, devrimci ve ileri işçilerin önüne işçi sınıfının bu sonuca ulaşmasına önderlik etme görevini koydular. Bu öngörü ve kavrayış yeteneğine bu sonuç yaraşırdı zaten!

Reformizm ve ortalama sol tarafından sendikalizm öylesine içselleştirilmiş durumda ki, işçilerin sohbetlerinden, mektuplarından, eylemlerde ortaya koydukları tavırdan, işçi sınıfının nihai kurtuluşu aşkına en ufak devrimci bir sonuç çıkarmayı bile başaramayacak haldeler. 3 aylık yoğun süreçten devrimci bir kaç sonuç çıkarırlar diye umanlar bile (dünyada esen devrim rüzgarına dair kurdukları şatafatlı cümlelerin hatırına), yanılgılarıyla baş başa kaldılar bu yüzden.

Böylece reformist ve ortalama sol anlayışın, sınıf hareketine yaklaşımının sendikalist sınırları aşamadığı bir kez daha görülmüş oldu. Ufukları ve pratik politikaya yaklaşımları, burjuvaziyle daha iyi bir sözleşme imzalamanın ve bu amaçla masaya daha güçlü oturmak için hazırlık yapmanın ötesine geçemiyor. Hiçbir şey –ne dünyadaki gelişmeler ne de yanı başlarında işçilerden yükselen ses- uzlaşmacıların bir adım dahi ileri gitmelerini, burjuvaziyle masaya oturma hayalinin ötesine geçmelerini sağlamadığı gibi; ortalama solda, pratik politikalara döne döne uzlaşmacılarla aynı noktada buluşmaktan kendilerini kurtaramıyorlar.

Bir “sözleşme sosyalistliği” yeri geliyor TİS’te kendini gösteriyor, yeri geliyor anayasal sözleşme arayışında, yeri geliyor dinci-gericilikle kurulan sofralarda, yeri geliyor Gezi gibi bir ayaklanmayı kıytırıktan taleplerle sonlandırma arayışında vb. Böyle olduğu için de, Türkiye ve dünyada yaşanan gelişmeler ne öngörüleri ne de çıkardıkları sonuçlar üzerinde hiç bir devrimci etki yaratmıyor. Ele aldıkları her şeyi (teoriyi, stratejiyi, taktiği, politikayı, mücadele araçlarını) sendikalizm mikrobuyla kötürümleştiriyorlar. Açıktır ki, sınıf hareketini bulunduğu noktadan daha ileriye taşımak isteyen, komünizm ve devrim mücadelesini zaferle taçlandırmak isteyen sosyalist bilinçli işçiler, bu yaklaşımla amaçlarına ulaşamazlar.

Oysa bu süreçte, işçi sınıfı içinde yaşanmakta olan devrimci mayalanmayı ortaya koyan olgulara bolca tanık olduk. Örneğin Bursa mitingindeki işçilerin, “Ev-iş-ev-iş istemiyoruz. Sosyal yaşam istiyoruz. Sosyal yaşam için de adam akıllı makul gelir istiyoruz. Onlar dayatırsa biz de dayatırız” sözleri ve bu çığlığın yükseldiği mitinge katılanların asıl olarak genç işçiler olması gibi.

Sınıfın devrimci partisinin yapması gereken gözler önünde yeşeren bunun gibi devrimci olguları tespit etmek; bunları açımlayarak ileri, devrimci, sosyalist bilinçli işçilerin bu olguların işaret ettiği devrimci olanakları, gelişmeleri kavramalarını sağlamak; bu olgularla gerek sınıfın gerekse toplumun diğer alanlarında yaşanan gelişmelerle bağını ortaya koymak ve böylece devrimin nesnel gücünü somutlamak ve nihayetinde, bu durumu besleyip büyütecek devrimci taktik ve politikaları oluşturarak devrimin askeri ve siyasal ordusunu oluşturmaktır. Reformistlerin, ortalama solun yapamadığı ama Leninistlerin yaptığı budur.

Tabi ki, devrimci olguları ve süreçleri başka bir ifadeyle olgu ve süreçlerin barındırdığı devrimci yanı görebilmek için, öncelikle yaşamı devrimci bir bakışla ele almayı başarmak gerekir. -Ve elbette doğru bir öğretinin yol göstericiliği- Devrimci bakıştan yoksunluk, değil olguların, süreçlerin devrimci yanını görmeyi; insanın burnunun dibinde yeşeren devrimi dahi görmesini engeller. Bu yüzden sosyalleşme talebi, fabrikadaki işçinin, okuldaki öğrencinin, mahalledeki emekçinin bir çığlığı olarak ne kadar yankılanırsa yankılansın, eğer devrimci bir bakış yoksa, bu çığlıkta yatan tarihin en köklü isyanı da görülemez, anlaşılamaz. Hatta bunu, gençliğin burjuva yaşama özentisinin dışa vurumu olarak görüp, küçümseyenler dahi çıkar.

İşçi sınıfından ve emekçilerden yükselen sosyalleşme, sosyal bir canlı olduklarının görülmesi çığlığı, insana kendini sadece bir birey olarak duyumsatan, sadece yaşamak için savaşım verir hale getiren ve dolayısıyla her şeyi dolayımsız gereksinmelerine (beslenme, üreme) bağlı kılan, kendini insan türünün bir temsilcisi olarak duyamaz hale getirerek tüm insanal niteliğini kaybettiren özel mülkiyet düzenine karşı bir isyandır. Bu çığlıkta, insanın doğaya ve kendi cinsine karşı gelişmiş yabancılaşmaya, insanı kendi cinsinin temsilcisi değil de düşmanı haline getiren özel mülkiyete isyan yatar.

Ve bu isyanı daha da önemli kılan, özellikle gençliğin, insanların maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılayacak kadar büyük bir zenginliğin oluşmuş olduğunu görmeleridir. Bunu bilimsel bir çözümlemeyle değil, içinde yaşadığı koşulların sıradanlaştırarak her gün karşılarına çıkardığı verilerle görmeleridir. Bu, sosyalleşme çığlığının, özel mülkiyet düzenini yıkmaya yönelik pratik bir anlam kazandırmaktadır.

Bu süreçte yaşanan bir başka gelişmeye, Gebze mitingine bakalım. Bu mitinge katılan işçilerin ana gövdesini yine genç işçiler oluşturuyordu. İşçiler mitinge hazırlıklı, planlı gelmişlerdi. Sendikalardan çok daha ileri sloganlar attıkları gibi, sendikaların gevşekliği morallerini bozmuyordu. Aksine, mevcut durumda ne yapmaları gerektiğini tartışıyorlardı. Kadın işçilerin ise belirgin katılımı göze çarpıyordu, vb.

İşçi sınıfının ve insanlığın kurtuluş mücadelesini verenlerin bu tablo karşısında asıl neyin üzerinde durması gerekir? Mitingde karşımıza çıkan bu olguların devrimci niteliği, aralarındaki ilişki ve nihayetinde, resmin bütünlüklü halinin devrimin nesnel ve öznel koşulları hakkında bize ne anlattığı üzerine durması gerekir. Ekonomik-politik kriz içindeki bir toplumda, gerek bu tablonun gerekse bu tabloyu oluşturan tek tek ögelerin devrimin zaferi için yarattığı imkanlar, olanaklar üzerine durması gerekir.

Devrimci sınıf partisi bununla da yetinmez. Gebze ve Bursa mitingleri arasındaki bağı, bütünlüğü, bütünselliği görür, ortaya koyar. Bu mitinglere gelene kadarki irili ufaklı işçi eylemlerini, toplumsal gelişmeleri bu tabloya dahil eder. Ve böylece Bursa mitingindeki genç işçilerin sosyal bir yaşam için kararlı mücadele verme iradeleriyle, Gebze mitingindeki genç işçilerin, kadınların devrimci kararlılığının tarihsel ve güncel anlamına ulaşır! Türkiye’de -ve tabi dünyada- toplumla toplumun kapitalist örgütlenişi arasında süre gelen savaşıma ve bu savaşın ne denli derinleştiğine. Devrimci sıçrama için ne büyük enerji biriktiğine. Bunları görür, kavrar, ortaya koyar ve tüm çabasını bu gerçekliğe göre şekillendirir. Devrimci politika ve taktik bu sayede üretilebilir ancak.

Reformist ve ortalama sol ise, başta da söylediğimiz gibi, dikkatini haklar ve özgürlükler konusuna, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirme üzerine yoğunlaştırmıştır. Burunlarının önünde yeşeren devrim, onlar için halen görünmez haldedir. Tarihsel sürece diyaletik bakıştan yoksun oldukları için, yaşananları halen “eksilme ya da artma olarak, tekrar olarak” görmeye ve anlatmaya devam etmektedir. Türkiye’de ve dünyada siyasal, ekonomik, kültürel, bilimsel-sosyal alanda gördükleri gelişmeleri sıralamanın; geçmişe göre nerelerde artma ve eksilme olduğunu söylemenin bir adım ötesine geçememektedir.

Yani toplumsal süreci, bu sürecin içindeki tüm olgular arasındaki karşılıklı ve sıkı bağ içinde, bütünlüğü, bütünselliği ve görece istikrarlılığı içinde yani yeni yapısı, niteliği içinde ele alamamaktadır. Böylece her geçen gün daha fazla ekonomizm-sendikalizm batağına batmakta, battıkça, diyalektik kavrayıştan daha fazla kopmaktadır.

Böyle olduğu için de, işçilerin “bak kardeşim, ben huzursuzum. Evin içinde öfkeden bazen ne yapacağımı bilemiyorum. Bunu sadece ben de değil, komşularımda da görüyorum. Yaşadıklarımız normal değil, biz sessiz durduğumuz için bunlar yaşanıyor. Bu böyle devam etmeyecek. Yeter diyorum bazen, sokağa çıkmalıyız, durdurmalıyız diyorum. Bunu ancak biz yapabiliriz” demeleri dahi, reformistlerin ve ortalama solun bakışı, pratik politikası üzerinde bir etki doğurmamaktadır. Ekonomizm ve sendikalizm, gözleri kör kulakları sağır etmiş bilinçleri dumura uğratmıştır. Bu yüzden altını bir kere daha çizerek belirtelim, ileri, devrimci sosyalist bilinçli işçiler, devrim ve sosyalizm mücadelesini zaferle taçlandırmak için, sendikalizmle-ekonomizmle aralarına kalın bir çizgi çekmek zorundadırlar. Bu çizgiyi çekmiş olanlar, Leninistlerdir.

İ. Cevat Çetiner