Biliriz ki, kendini gündeme getiren her sorun çözümünü de içinde barındırır. Lakin bu, sorunun istenilen herhangi bir zamanda çözülebileceği anlamına gelmez. Çözümün gerçekleşebilmesi için, sorunun yeterli olgunluğa ulaşması gerekir.

Kapitalizmin başta ücretli emek sömürüsü olmak üzere barındırdığı tüm sorunların, tüm çelişkilerinin çözümünün sosyalizmle mümkün olduğu 1800’lerin başında ortaya konmuştu. Ama bu çözümün gerçekliğe dönüşebilmesi için kapitalizmin tekelcilik aşamasına varması; sorunun olgunlaşarak çözümünün maddi koşullarını da olgunlaştırması gerekmiştir. Ancak tekelcilikle birlikte sosyalizm soyut bir olanak olmaktan çıkmış, somut bir olanak haline gelmiştir. Esas olarak pratik politikanın konusu haline gelmiştir.

Peki, doğrudan demokrasi bugün için soyut bir olanak mıdır, yoksa somut bir olanak mıdır? Nesnel koşullar doğrudan demokrasinin gerçekleşmesi için uygun mudur? Burjuvazi tarafından içeriği, kurumları, yapısı belirlenmiş olan devlet biçimlerinin -ki en gelişkin biçimi olan burjuva demokrasisi de dahil- neden olduğu sorunlar, çözümün gerçekleşmesini yani doğrudan demokrasinin kurulmasını sağlayacak kadar olgunlaşmış mıdır? İşçilerin ve emekçilerin zihninde, kendi kaderlerini kendi ellerine almalarının gerektiği gerçekliği algılanabilir yani somut ve olanaklı hale gelmiş midir? Tarihsel ve teorik alanda, burjuva devlet biçimlerinin işçiler ve emekçiler aleyhine yarattığı tüm sorunların çözümü olduğu bilinen doğrudan demokrasi, pratik politikanın, emekçi sınıfların pratik mücadelesinin konusu haline gelmiş midir?

Kesinlikle evet. Biliyoruz ki devlet, uzlaşmaz karşıtlıklara bölünmüş toplumun, karşıt çıkarlara sahip sınıflar ve kesimler arasında sürüp giden kısır bir mücadele içinde eriyip bitmemek için ve dolaysıyla insanlığın yok oluşa doğru sürüklenmesini önlemek için yarattığı örgütlenmedir, bir araçtır. Ama bugün görüyoruz ki, burjuvazinin biçimlendirdiği ve onun egemenliğinde olan devlet, kapitalist dünyanın hiçbir yerinde bu işlevini, görevini yerine getiremiyor. Sadece bağımlı ülkelerde değil, emperyalist ülkelerde de durum bu. Üstelik burjuvazinin hiçbir devlet biçimi, devletin varlık nedenini yerine getiremez hale gelmiştir. Durum öyle bir hal almıştır ki, hem burjuvazinin içinden hem de işçi ve emekçilerin içinden giderek artan oranda ve yükselen tonda, devlet nerede sorusu yükselmektedir. Burjuvazinin açık, terörist diktatörlüklere, faşist devlet biçimine geçtiği yerlerde bile, toplumun içinde süren sert mücadelenin ve bu mücadele içinde toplumun eriyip tükenmesinin önüne geçilemiyor. Kapitalist dünyanın başta devlet olmak üzere tüm siyasal kurumları kriz içinde ve daha ötesi, çöküyorlar.

Yaşanan burjuva siyasal düzenin/iktidarın/devletin çöküşü ile sınırlı değil sadece. Kimileri yaşanmakta olanı sadece böyle tarif etmeye bayılıyor. Bu doğru değil. Toplumlarda, bu çöküşün altında kalıp yok olmayı bekleme kaderciliği yok. Neyse ki son yıllarda, en kör ve kötümserlerin bile inkar edemeyeceği belirginlikte, başta Latin Amerika olmak üzere dünyanın bir çok ülkesinde emekçilerin sesi yükseldi. Bu, toplumların değişimine-gelişimine inancını yitirmiş “öldük bittik”çileri, biraz olsun ne dediklerine dikkat etmeye zorunlu kıldı. Ama öyle bezginler ki, bulundukları ülkelerin emekçilerinden yükselen seslere kulaklarını tıkamaya devam ediyorlar halen.

Oysa ki burjuva devletin çöküşü karşısında toplumların çıkış arayışı 90’ların ilk yarısından bu yana dar çevrelerin ve entelektüellerin konusu olmaktan çıkmış; emekçi yığınların sahiplendiği bir konu haline gelmiştir. Ve o zamandan bu yana, bu arayışın içine dünya işçi ve emekçileri peyderpey dahil olmuştur.

Emekçi yığınlar dünyanın her köşesinde, her alanda, ama özellikle sokaklarda bu sorunu tartışıyor ve çıkış arıyorlar. Kendiliğinden gelişen kitlesel sokak hareketleri, yayınladıkları manifestolarda, yasa yapma yetkisinin doğrudan kendilerine verilmesini istiyorlar. Tüm ülkelerde yapılan araştırmalarda, emekçiler, ki buna sol’un hükümete geldiği Latin Amerika da dahil, burjuva parlamentoları başta olmak üzere burjuvazinin siyasal kurumlarına güvenmediklerini açıkça belirtiyorlar. Yani bir yandan kapitalist toplumun siyasal örgütlenmesi çökerken bir yandan da nesnel koşullar emekçi kitlelerin ideolojik-politik-pratik alanların hepsinde köklü/radikal değişimlere açık hale gelmesine neden oldu ve bu değişim görülmeye de başlandı. Emekçilerin yasa yapma ve veto etme yetkisi talep etmesi; sezgisel olarak da olsa, kendiliğinden bir bilinçle de olsa doğrudan demokrasi istemini, kendi kaderini belirleme hakkını elde etme isteğini ifade etmektedir. Ki bu, halk hareketlerinin ayaklanmalara vardığı bir çok yerde, hükümetin halk temsilcilerinden oluşan konseylere devrinin dillendirilmesinde de görülüyor. Eski dünya çöküyor ve yeni bir dünya doğuyor.

Tarihte, bugüne benzer dönemler olmuştur. Burjuva siyasal iktidarlar bu durumla ilk kez karşı karşıya kalmıyorlar. 1914-22 arası ve 1940’larda da kapitalist devletler dünya genelinde benzer bir durumla yüzleştiler. Şüphesiz bu dönemleri bugünle aynılaştırmak mümkün değil. O yıllarda dünyada çok az ülkede kapitalist gelişme ileri boyuta varmış iken, çoğunluğu kapitalist gelişme sürecinin başlarındaydı. Hatta birçok ülke bu sürece girmemişti bile. Dolaysıyla burjuva siyasal iktidarın/devletin dünya emekçileri tarafından deneyimlenmesi çok azdı. Bu durum burjuvaziye, siyasal düzeni her ne kadar kriz yaşıyor olsa da, toplumun içinde süregiden çatışmaların toplumun bütün enerjisini emip bitirmesini önleyemiyor olsa da yani yönetme yeteneği sergileyemiyor olsa da, siyasi iktidarını/devletini yeniden yapılandırma imkanı vermiştir. Emperyalist savaşlar, yeni sömürge politikaları, faşizme yönelme, “Avrupa demokrasisi” vs vs ile, tüm bunlara rağmen, dünyanın üçte birinin burjuva siyasal düzene, burjuvazinin siyasal egemenliğine, burjuvazinin devlet örgütlenmesine son verip, doğrudan demokrasiye geçerek bu krizden çıkmasını engelleyememiştir.

Bugün yaşanmakta olan ise, bu tarihsel dönemlere benzemekle birlikte niteliksel ve niceliksel olarak geçmişle kıyaslanmayacak kadar büyük, yaygın ve derinlikli bir siyasal kriz ve çöküştür. Çünkü kapitalizm dünyaya yayılmış, gelişip olgunlaşmıştır; bir çok burjuva devlet biçimi ortaya çıkmış ve neredeyse her ülkede bu devlet biçimleri tecrübe edilmiştir; ve tüm kapitalist ülkelerin halkları birbirlerinde yaşanan siyasal gelişmeleri güncel olarak takip edebilir hale gelmiştir. Dünden bugüne meydana gelen bu gelişmeler ve daha başkaları, burjuva siyasal düzene/devlete, içine girdiği krizden çıkış için kendini yeniden yapılandırma alanı da, imkanı da bırakmamıştır. Tarihteki benzerleriyle kıyaslanmayacak ölçüde derin bir kriz yaşanmaktadır. Bu durum, sistemin topyekun çöküşüne neden olmaktadır. Bu durum, doğrudan demokrasiyi bütün dünyada emekçiler için pratik politika konusu haline getirmiştir.

Bu yüzden rahatlıkla diyebiliriz ki, dünün koşullarında dünya emekçilerinin üçte biri burjuvazinin yarattığı siyasal krizden çıkış olarak doğrudan demokrasiyi görmüş ve bunu gerçekleştirmişse eğer, nesnel ve tarihsel koşulların doğrudan demokrasi için dünden daha elverişli olduğu bu dönemde doğrudan demokrasiyi emekçilerin bir çözüm olarak görüp görmeyeceğini sormak bile yanlıştır. Bugünküne göre daha zayıf koşullarda bile, emekçi yığınlar toplumun sağlıklı işleyişinin doğrudan demokrasiden geçtiğini anlayabilmiş, kavrayabilmiş ise, bütün dünyadaki gelişmeleri çok daha iyi ve hızlı takip edebilen ve tarihsel birikime sahip olan emekçilerin doğrudan demokrasiye hızla yönelmemeleri düşünülemez. Bu yüzden doğrudan demokrasinin propagandası, ajitasyonu, şiarlaştırılması, vücut bulmasını olanaklı kılacak organların (komite/konseyler vb) yaratılması ve/veya yaygınlaştırılması ve en önemlisi de mücadelenin bir parçası yapılması; işçi ve emekçileri kazanmanın ve geliştirmenin olmazsa olmazı olmuştur artık.

 

NOT: Yazarın konu ile ilgili ilk makalesini okumak için tıklayınız

İ.Cevat Çetiner