Küçük burjuvazinin üzerinde önemle durduğu konulardan biri de “kuvvetler ayrılığı prensibi”dir. Ancak, burjuvazi bu prensibi hiç de küçük burjuvazinin sandığı gibi; devlet güçlerini birbiriyle dengelemek için uygulamaya koymamıştır.

Tersine, sadece kendi iktidarını güvenceye almak ve kapitalist devlet mekanizmasına, toplumsal çelişkilerin derinleşerek kriz boyutuna varmadan, onları çözebilme esnekliğini kazandırmak istemiştir. Fakat ne zaman ki sınıflar savaşı ilerlemiş, iç savaş ve devrimci durum düzeyine varmışsa, burjuvazi derhal “kuvvetlerin birliği prensibi”yle hareket etmiştir. Bunu yapmasının nedeni tüm güçlerini devrim karşısında bir araya getirerek, onu ezmek amacı olsa da bu o kadar kolay bir iş değildir. Çünkü, artık kapitalist devlet tüm esnekliğini yitirmiş ve diyalektiğin acımasız yasası işlemeye başlamıştır; esnemeyen kırılacaktır.

Protesto ve gösterilerin devrimci etkilerinin yanında, eğer başka bir takım sosyal argümanlarla desteklenirse, belli oranda kitleleri deşarj edebildiği de bilinen bir gerçektir. Burjuvazi bir çok kez eylemleri reformistlerin öncülüğüne bırakarak, protestocuların daha ileri gitmesini onlar aracılığıyla engelleyebiliyordu. Ancak devrimci durum ve iç savaşın yeni evreye girmesiyle sokağa inen kitlelerin, sıçramalı gelişim gösterdiğini gören burjuvazi artık reformistlerin de kitleleri kontrol edemeyeceğinden emin olarak, tüm gösteri ve eylemleri yasakladı.

Ankara Tekel grevi, milyonluk Newrozlar ve 1 Mayıslar, çok sayıda kitlesel Hes Karşıtı eylem ve tüm bunların da ötesine geçen Haziran Ayaklanması... Ardı arkası kesilmeyen bu eylemlerle emekçiler sürekli bir başkaldırı ruhuyla hareket ettiler. Ancak ne zaman bu eylemlerden birisi o kritik eşiği aşıp iktidara yönelmeye başladıysa küçük burjuvazi hemen koşarak devreye girdi. Burjuva efendileri ve kan emici kutsal kapitalizmin bekası için bu eylemleri geri noktalara çekmek için canla başla çalıştılar. Hatta insanlar vurulurken ve sokaklar kan gölüne dönerken bile, onlar elerine geçirdikleri megafonlarla, emekçilere “provokasyona gelmeyin” çağrısını yapıyorlardı. Öyle ki Ankara gar katliamında, yüzden fazla insanın cansız bedeni yerde yatarken bile bu kokuşmuş reformistler aynı çağrıyı yapıyordu.

Yasaklamalar sadece bir çok eylemi engellemekle kalmıyor aynı zamanda reformistlerin kullandığı argümanları da ortadan kaldırarak, onların sınıfları uzlaştırma görevini de yerine getirmesini engelliyor. İşte tam da bu nedenle burjuvazi tarafından derhal kızağa çekildiler. Üstelik, geçmişteki büyük hizmetleri için onlara ne bir teşekkür edildi ne de bir emeklilik ikramiyesi verildi! Tam tersine dinci-faşizm tarafından “haddinizi bilin!” çıkışıyla soluğu yasal particiklerinde alması bir oldu. Şimdilerde gazete köşelerinden “yıkılan” ve aslında baştan sona hayal kırıklığı olan “barış masası” için gözyaşı döküyorlar.

Dönem dönem reformizmin emekçi sınıflar üzerindeki etkisi tartışılsa da bu konu tam anlaşılamıyor. Öncelikle reformist hareketlerin milyonları örgütleyemediğinin biz de farkındayız. Zaten bunu yapacak ideolojik yetkinliğe de sahip değiller. Ancak reformistler sendika merkezleri ve kitle örgütlerinin yönetim kademelerine çetevari bir şekilde çöreklenmiş durumdalar. Bu durum, onlara kritik anlarda kritik müdahalelerde bulunma imkanı veriyordu. Ancak gelişen devrimle birlikte bunu eskisi gibi yapamaz hale geldiler ve böylece de burjuvazi gayr-i resmi beşinci kuvvetini yitirmiş oldu.

Bir diğer gayr-i resmi kuvvet ise bilindiği gibi “bağımsız medya”ydı. Ancak göbeğinden burjuvaziye bağlı olan bu medyanın gücü çoktan tükenmişti. Afrin işgal saldırısıyla da son darbeyi yedi. Saldırı başlar başlamaz, medya kuvvetleri yalanın ve faşist çığırtkanlığın en pespaye haliyle “görev başına” geçti ve Napolyon vari adımlarla, zaferden emin olarak atağa geçtiler. Ancak çok geçmeden, üçüncü günün akşamı gittikleri yerin Napolyon’un sonunu getiren Waterloo olduğunu gördüler. Bir gazetede üç satır yazı yazmak ve bir televizyonda iki laf etmek için milyonlar alan bu asalak ve çapsız gazeteci müsveddelerini orada, cebinde çoğu kez bir yol parasından fazlası bulunmayan internetin dahi gençliği bekliyordu. Bu çarpışmanın sonucunu, ezici şekilde, devlet sansürünü bir milyon yolla boşa çıkarmış bu gençler belirlerken burjuva medya alnının ortasına yediği “yalancı faşist” damgasıyla bozguna uğradı. Bu dördüncü kuvvetin hak ettiği rezilce çöküştü. Şimdi sadece kof ve etkisiz bir propaganda aracıdır...

Geriye kalan üç resmi kuvvetin de durumu ortada. Devrim tehlikesini bertaraf etmek isteyen burjuvazi onları tek elde toplayarak dinci faşizmin hizmetine sundu. Küçük burjuvazi bu durumdan yakınıp dursa da komünistlerin bu noktadaki tavrı elbette çok farklıdır. Örneğin biz, yargının yürütmenin bir parçası haline getirilmesinin emekçilerin mahkemelere başvurmasını engellediğinin farkındayız. Zira birçok eylemin “hukuki süreç başlamıştır gerekçesiyle bitirildiğine defalarca şahit olduğumuzu asla unutamayız! Artık emekçilerin sınıf öfkesi (hiç gerçekleşmeyecek olan) adalet arayışıyla duruşma salonlarında heder olmayacak. Daha da önemlisi, satılmış bir burjuva sendikacı, eylemci işçilerin karşısına geçerek “Hukuk süreci başladı” martavalıyla, onların kafasını karıştırarak eylemleri bitiremeyecek.

Emekçi sınıflar, mahkemelerin de (yargı) hükümetin de (yürütme), meclisin de (yasama) bir khk kadar hükmü olmadığını biliyor.

Her eylem en çok eylemi yapanı değiştirir! Bu kural kitle eylemleri için de geçerlidir. Uzun yıllardır sürekli eylem yapan kitleler kendisini geliştirip olgunlaştırdı. Şu an burjuvazi her türlü eylemi yasaklamaya çalışa dursun emekçiler, çoktan en önemli şeyi kavradı. Sonuna kadar gitmenin zorunluluğunu gördüler. Onca eyleme rağmen hiçbir sorun çözülmedi ve çözülmediği gibi de her hep gelip aynı noktada düğümlendi! Anlaşılan ve öğrenilen şey şudur: Bunlar (dinci-faşizm) varken hiçbir sorun çözülemez dahası her şey çok daha kötü olacak!... Küçük burjuvazinin anlamadığı şey de bu. Onlar, emekçi sınıfların nihai hesaplaşma yani sorunu kökünden çözmek için güç biriktirmesini; “geri çekilme” olarak anlıyorlar. Değil! Milyonlar doğru anı bekliyor ama doğru anın yaklaştığının farkında olarak!

Sonuçta burjuvazi her şeyi, son çare olarak, yasaklayarak kendini güvenceye almaya çalıştı ve bunu yaparken de aslında kendisi için bir ölüm reçetesi de yazmış oldu. Baskı ve faşist terör geri tepiyor, karşı saldırı başlamak üzere!

Doğru zaman geldiğinde, öfkeli dev dalgalar gibi şahlanan halklar önüne çıkan tüm engelleri yıkar ve geçer. Doğru zaman geldiğinde ölü bedenlerine bile tanrılık zırhıyla dokunulmazlık kazandıran, firavunların mumyaları, piramitlerden çıkarılarak sokaklara atılır. Doğru zaman geldiğinde, Spartaküs Roma'yı dize getirir. Tupac Amura İspanyol sömürgelerine yaşamı dar eder. Cromwell kralı ölüme yollar, Paris işçileri “viva la comune!” der. Defalarca kırılan kollarıyla, o küçük generaller, inadına Filistin için inadına taş atmaya devam eder!... Doğru zaman geldiğinde Gezi'nin cesur insanları, yarım kalanı bitirmek için dönecek ve Gabar'ın zirvesinde yanan o ateş kent meydanlarında yükselecek. Ancak ve işte o zaman, öfkeli kent inlemeleriyle, yeni yaşamın ve yeni insanın göbek bağı kesilecek!

Şimdi hazırlanıyoruz! Çünkü gelmesi gerekeninin gelmekte olduğunu biliyoruz!..

Azer Kızıl