Burjuvazinin kesintisiz sürdürdüğü faliyetlerden biri de bu çürümüş kapitalist sistemi durmadan pasta cilayla parlatıp durmasıdır. O bu konuda öylesine ustalaşmıştır ki bir pas yığınını bir sanat eseri olarak satmakta hiç zorlanmaz. Üstelik bunu meta pazarlamayla (reklamcılık vb) sınırlamaz. O bu pasta-cila faaliyetini yaşamın tüm alanlarına ustalıkla yaymış ve tüm alanlarında sürdürmektedir.

Örneğin genç, güzel ve uzun boylu ya da genç yakışıklı ve uzun boylu oyuncuların rol aldığı, sonu bir türlü gelmeyen, olay ufku belirsiz karadelik misali zaman ve mekan boyutların yok eden, mantık bağıntılarına ters televizyon dizileriyle duygu dünyamız ve hayal gücümüz sürekli sakatlanıyor. Ekmeğimize el attılar yetmedi, suyumuzu, havamızı zehir ettiler yetmedi; hayal gücümüzü de yok edip sakatlamak istiyorlar. Ve biz daha bunları anlatamadan bir bakıyoruz, insanlar çoktan dizilerdeki o oyuncularla özdeşleşmiş durumda. Üzerine geçirdiği ucuz polyester parçalarına bakmadan ve midesini doldurduğu ucuz makarnaya aldırmadan dizilerde ipek gecelikler giyip açlığını havyarla bastıran tiplemelerle özdeşlik kurabiliyor. Oysa özenilen şey gerçek bile değil. Tek amaç bize “işte hayat bu!” dedirtmek. Burjuvazinin bize satmaya çalıştığı hayal değil, dizilerle bize verdiği şey asla yaşayamayacağımız bir hayata uzaktan imrenerek bakma halidir.

Hepsi bu değil, televizyon dizileri yetmez faşistlerin çevirdiği filmler yetmez, paparazzi soytarılıkları yetmez, yaşam boyunca bize öğretmeye çalıştıkları, adına tuhaf ve tezat bir şekilde eğitim dedikleri planlı cahilleştirme sürecine ilaveten fakülte kürsülerine çökmüş şahsiyetler de daima bu işe karışmakta. Bunların isimlerinin önünde yazan unvanların kalabalığına bakınca, haliyle insan başta bir durup dikkat kesiliyor: ABC Üniversitesi öğretim görevlisi, uluslarası siyaset uzmanı, Ortadoğu ve Kafkasya analisti, terör uzmanı, araştırmacı, gazeteci, yazar ve profesör doktor Dehazade Recai Cingöz. Neyse ki böyle zati şahanelerin daha ilk cümlesi bitmeden insan anlıyor; unvanlarının sayısı beynindeki nöronlardan fazla. Fakat ve yine de bu çapsızlara, burjuvazi milyonlarca dolar vermeye, onlar da bunun hakkını vermek için çalışmaya devam ediyorlar. Yani onlar da kendi cephelerinden sistemin paslı güvertesine pasta-cila çekip duruyorlar.

Başımızı ne yana çevirirsek çevirelim, hiç fark etmiyor, gördüğümüz şey faşist propagandanın sürekli varlığıdır. Bununla sürekli gerçekler ters yüz ediliyor, edilemiyorsa da zorla ya da zoru göstererek kabul ettirilmeye çalışılıyor. Bu zorlamanın esasını ise şu oluşturuluyor: “Sakın ha! Devlet güçlüdür ve siz bunu asla değiştiremezsiniz. Bırakın değiştirmeyi denemeyin bile!”

Bu propaganda, insanlara ekmek vermiyor ama, onlara ekmeğe ulaşma hayali satıyor. Ya da mevcut durumu kabullenme reçeteleri. Televizyon reklamlarında altı marka bezle sarılı ve lüks mamayla beslenen mutlu bebe, huzurlu aile ve müreffeh ülke propagandası, gerçekte ise yoksul aileler, aç bebeler ve marketlerin “özel” raflarında çalınmasınlar diye alarm takılmış bebek mamaları ve çocuk bezleri. O müreffeh ülkeleri ise henüz gören yok!

Bazen bu bir illüzyona benzetilse de hiç alakası yok. İllüzyonda herkes ortada bir numara olduğunu bilir; ama numaranın nasıl yapıldığını bilmez. Örneğimizde ise ortada bir illüzyon yoktur. Her şey kar içindir, kandırılanlar, bunun için kandırıldığını, sömürülenler de bunun için sömürüldüğünü bilir. Hatta bir kısmı bunun nasıl yapıldığını da iyice bir biliyor. Fakat ya karşı çıkacak bir gücün olmadığını düşündüklerinden ya da bunun büyük riskini göze alamadıklarından bir türlü harekete geçmiyorlar. Hal bu olunca da geriye kalan kabullenmek oluyor. Yalnız bu son damlasına kadar gönülsüz bir kabullenmedir. Geçicidir ve ilk fırsatta ayaklanmak için fırsat kolluyordur. Burjuvazinin egemenliği esasen ve hiçbir zaman toplumsal olarak tam olarak kabul görmemiştir. Onun egemenliği zora ya da zora dayalı kabullendirmeye dayanır. Bu sırada verdiği mesaj ise hep aynıdır; “Ben güçlüyüm bunu sakın ola unutayım deme!”

Fakat gerçek tam tersidir. Birer kabadayı edasıyla efelenen bu burjuva devletler (özellikle de yeni evrenin devrimleriyle birlikte) bir karton kale kadar bile güçlü değil. Peki ne kadar güçlüler. Garip bir benzetme gibi olacak ama, sadece bir baş kuru soğan kadar. Evet sadece bu kadar. Üstelik bugün bu soğanın halkaları bir bir soyulup dökülüyor. Burjuva ya da faşist propagandaya göre geriye daha küçük ama daha lezzetli bir soğan kalacak! Doğanın ve sosyal yaşamın şaşmaz diyalektiğine göreyse hiçbir şey.

Oysa ve aslında kapitalist sistem burada ve dünya genelinde uzunca bir dönemdir sahte, gerçek bir değere tekabül etmeyen rakamsal bir büyüme içinde ama bu rakamsal büyüme yani aşırı şişme öyle bire on, bire yüz şeklinde değil uçuk kaçık oranlarda. Yani şu an karşımızda tüm genetik yapısıyla oynanmış, fevkalade hormonlu ve bir öküzden daha büyük hale gelmiş tadı da, görünüşü de hal ve hareketleri de iğrenç bir baş kuru soğan var. Üstelik çürüye çürüye, yaprak yaprak soyuluyor. Soğan benzetmemizle kapitalizm arasındaki en önemli fark ise kapitalizmin artık çok daha iğrenç kokmasıdır.

Şimdi ve yani; o yenilmez, o yıkılmaz, o güçlü, o baki ve beka o yerli ve milli burjuvazinin; bu baki ve beka, bu yerli ve milli kapitalist devleti de dünyadaki diğer kapitalist devletlerden daha iyi durumda değil. Hatta çoğunun ellide biri kadar bile iyi durumda değil. Öyleyse ve ortadaki matematiğe göre, milli devlet bir çürük soğan kadar güçlüdür ve her gün televizyonlarda görmekle cezalandırıldığımız parti liderleri de patatesleri çürük soğanın hükümeti ve muhalefetidir.

Tam da ve şimdi; bu işin güzel yanı diye bir cümleyle devam etmek isterdik ama bu ne mümkün. Bu işin güzel bir yanı yok. Çürümüş bir soğandan bahsediyoruz ve herkes bu kokunun iğrençliğinde hemfikirdir. Lakin ve maalesef ki bu çürümüş soğanın içindedir tüm karşıt cephe, o burjuva faşist partiler, o ideologlar, burjuva güçler ve ve ve hepsi işte. Şimdi bu çürümüşlüğün içinde rol keserek hönkürüyor, sanki güçlüymüş gibi dinci faşist parti lideri. Hönkürüyor ama diğer yanda da yalancı umutlarla da süslüyor konuşmalarını çürümüş soğanın son cengaveri. Yalnız artık herkes her şeyin farkında; bu soğan cücüğüne kadar çürümüş!

Tabi çürümüş olsa da, ortada sistem namına bir şeyler kalmamış olsa da bu şey kendiliğinden yok olmaz. Tersine tüm bir canlı yaşamı yok etme potansiyeline sahiptir ve bunu da yapıyor zaten. Bu şey, dün bir kötü koku kaynağıydı ama bugün hastalıkların ve kitlesel katliamların baş sorumlusu ve de maalesef yarın ise dünyanın mahvoluşudur. Kapitalizm bilinen evrendeki tek yuvamızı yok ediyor. Leş gibi kokması da cabası. O halde yapılması gereken şey açık:

Çöpü çöpe atmanın zamanı geldi de geçiyor bile.

Kenan Kızıl