< < Olgularla İç Savaş-14

 

Karşı devrim cephesi durumun ciddiyetinin farkındaydı. Bunu attığı her adımda, aldığı her tedbirde gösteriyordu. Devrim cephesinde durum biraz daha farklıydı. Kürt halkı bir ordu gibi disiplinli ve örgütlü davranmaya başlamıştı. Hatta kendi öncüsünü bile adeta ileri gitmeye zorluyordu. Türkiye'deyse reformizm sadece yasal partilerde değil, en radikal, en militan geçinen küçük burjuva örgütlerde ve partilerde de kök salmıştı. Bunlara göre devrim küçük çarpışmalarla adım adım ilerler; hak ve özgürlüklerin sınırları genişletilip yeni mevziler kazanılır. Bu süreçte de halkın büyük bölümü örgütlenir, ancak bundan sonra sıra iktidarın ele geçirilmesine gelebilirdi. Oysa gerçekte devrim, sıçramalarla, patlamalarla ilerliyor.

Devrim, büyük bir hızla geniş emekçi yığınları etkileyerek harekete geçirip, Hırant Dink’in katledilmesinde ve cenaze töreninde yüzbinleri yürütürken; kitleler çatışa çatışa Taksim’i ele geçirirken küçük burjuvazi için her şey güllük gülistanlıktı. Ancak tekelci sermaye ve burjuva toplum, bu durumdan hiç hoşnut değildi, kendilerine dehşet dolu saatler yaşatan, kabus görmelerine neden olan bu militan ve savaşkan kitle eylemlerine aynı sertlikte karşılık vermesi gerektiğinin farkındaydı. Bunu yapabildiği oranda moral üstünlüğü yeniden kazanabilirdi. Bu amaçla düğmeye basıldı. Genel Kurmay’ın çağrısından hemen sonra Sakarya’da linç gösterileri, asker cenazelerinde sağa sola ateş açmalar, DTP binalarına saldırılar gündeme geldi. Savaş şimdi her kente her sokağa yayılmaya, adeta topyekün savaşa götürülmeye, böylelikle sokak egemenliği ele geçirilmeye çalışılıyordu. Karşı devrimin saldırılarını yoğunlaştırdığı devrimi kuşatma girişimleri, kaçınılmaz olarak devrimin de kendi güçlerini toplayıp cevap vermesi sonucunu doğuracaktı.

Uzun iç savaşın yaşandığı pek çok ülkede olduğu gibi bizde de kimi zaman devrim, kimi zaman karşı-devrim moral üstünlük sağlayabiliyordu. Bazen biri bazen diğeri ilerleyebiliyor ya da gerileyebiliyordu. Yani devrim, sürekli ileriye doğru giden düz bir hat izlemez, inişi-çıkışlı, patlamalı-sıçramalı bir gelişme gösterir.

Küçük burjuvazi bu topraklarda nüfusun belirli bir bölümünü oluştursa da, aslında kendi kitlesel gücünden fazlasını etkiler. Kapitalizmin kendi işleyiş yasaları sürekli olarak küçük mülkiyeti ortadan kaldırdığı için küçük burjuvaziyle işçi sınıfı arasında Çin Seddi yoktur. Bu geçirgen sınır nedeniyle, küçük burjuvazinin kendi sınıfsal konumundan kaynaklanan yalpalamaları işçiler üzerinde etkili oluyor. Mesela Ordu’da 2006’da fındık üreticilerinden oluşan 70 bini aşkın bir kitle adeta bir ayaklanma gerçekleştirdi. Kürdistan’daki serhıldanları aratmayan bu süreçte şehirlerarası yollar kesildi, gaz bombaları, panzerler karşısında geri adım atmayan kitleler, saatlerce polisle çatışta. Hükümete ve AKP’ye duyulan öfke öyle büyüktü ki, milletvekilleri aylarca Ordu’ya gitmeye cesaret demedi. Seçimler yaklaşırken hükümet az biraz fındığa zam yaptı ve bir yıl önce ayaklanma yaşanan kentte AKP yine birinci parti oldu. İşte bu, küçük burjuva karakterin özüdür. Elindeki üretim ve geçim araçlarını yitirme riski karşısında duyulan nefret ve kudurgan bir öfke; ayaklanma ile teslimiyet arasında gidip gelen bir ruh hali. Bu ruh halinin işçi sınıfını etkilememesi düşünülemezdi.

Seydişehir bunun en açık örneği oldu. 2005 yılında Seydişehir Alüminyum işçileri kenti alt üst etti. Öfke öylesine büyüktü ki, fabrika yöneticilerinin evleri, arabaları, AKP il ve ilçe binaları tahrip edildi. Ayaklanma günlerce sürdü, ne polis durabildi önünde ne de başka bir güç. Biriken enerji akıtıldıktan sonra olaylar duruldu. Bir süre sonra seçim yapıldı; sandıktan yine AKP birinci parti çıktı.

Küçük burjuva hareketin politik tavrı da çok farklı değil. 1995 Gazi Ayaklanmasından ve 2007’deki devrimci kitle patlamalarından sonra büyük bir coşkuyla ileri atıldılar. Ancak olaylar durulup kitleler sokaktan çekildiğinde umutsuzluk uçurumundan yuvarlanıp devrimin yenilgisini ilan ettiler. İşte bu da küçük burjuva özün devrim cephesindeki görünümüdür.

Bu durum birleşik devrimin çözmek zorunda olduğu bir handikaptır. Çünkü bir devrim, karşı devrimin saldırılarından daha ziyade, kendi öncüsünün kararsızlığından, yalpalamalarından zarar görür. Öncü içine düştüğü kararsızlıkları ve yalpalamalarıyla işçi sınıfının hedefini görmesini engeller, saflara sızmış küçük burjuva etkiyi besler, bilinçlerde bulanıklık yaratır. Bu tutumuyla sınıflar mücadelesinin en kritik anlarında sınıfın burjuva toplumdan koparak büyük bir cüretle ileri atılmasını engeller. “Öncü” ona, “gerçekçi” ama küçük adımlar atmasını öğütleyerek kendi küçük burjuva tereddütlerini işçi sınıfına da bulaştırmıştır.

Bu kısa ara değerlendirmeden sonra yeniden olguları incelemeye dönebiliriz. 2007’de gerilla, Dağlıca’daki (Oramar) askeri üssü bir baskınla ele geçirdi; silahlara ve mühimmata el koyduktan sonra üssü ve çevre mevzileri tahrip etti. Bu baskın, TSK’nın kalan son prestijini de sıfırladı. Halk, Genel Kurmay’ın kayıplarla ilgili açıklamalarına dahi inanmıyordu. Genel Kurmay, yerlerde sürünen itibarını kurtarmak amacıyla Güney Kürdistan’daki bazı gerilla bölgelerine ve Kandil’e bir operasyon düzenledi, dağı taşı bombaladı. Ancak bununla zevahiri kurtaramayacağını bildiği için ağzında “son teröriste kadar” sakızıyla yüzbinden fazla askeri Kürdistan dağlarına sürdü. Ama ortada çok ciddi bir sorun vardı; bu kadar askere rağmen ne yapsalar ne etseler gerillayı ortaya çıkaramıyorlardı. Gerilla, kendisinin belirlediği zamanda ve yerde ortaya çıkıyor, vurduktan sonra yeniden sırra kadem basıyordu. Bu durum askerin moralini bozuyor, savaşma azmini ve kazanacağına dair inancını silip süpürüyordu. Kürdistan dağlarında aylarca süren bu operasyon da, Kandil’e giden uçakların sortileri de esasında, en zor dönemini yaşayan TSK’nın itibarını kurtarmayı, burjuva topluma moral vermeyi amaçlıyordu. Bunlara ek olarak, bütün yaz süren bu operasyonlarda verilen ağır kayıplar nedeniyle kendilerine yöneltilen eleştirileri bertaraf etmeyi de istiyorlardı. Bir diğer amaçları da, son zamanlarda hükümetin sıkça sözünü ettiği “silah bıraktırma”ydı. Bunun için TSK, gerillaya ağır bir yenilgi yaşatmak istiyordu.

2007 sonunda TEKEL işçileri yeniden eylemlere, fabrika işgallerine başladılar. Özelleştirme ihalesine katılan şirketlerin temsilcileri tesislerin durumunu görmek, incelemek üzere Cevizli TEKEL’e geldiklerinde karşılarında işçileri buldular. İşçiler fabrikayı işgal etmişlerdi. Samsun ve Adana TEKEL işçileri de fabrika işgali için harekete geçtiklerinde polisle karşı karşıya geldiler. Panzerler ve çevik kuvvet yolları kesmiş, işçilerden önce davranmışlardı. Bu, kavganın çok sert ve amansız geçeceğinin işaretiydi. İşçiler o güne kadar yaşadıklarından, benzeri süreçlerde sendikanın taktiğini öğrenmişlerdi. Sendikalar önce sınıfın öfkesini kontrol altına alıyorlar, alabildiğine sınırlı, baştan savma eylemlerle enerjiyi boşa akıtıyorlar; ihale yapılıp iş işten geçtikten sonra da, hukuktan, adaletten, mahkemelerin iptal edeceğinden söz eden kuru kuruya konuşmalarla bağırıp çağırıyorlardı. İşçilerin elini kolunu bağlayıp umutlarını tüketince de onları yüzüstü bırakıp kenara çekiliyorlardı. Ama bu sefer işçiler yaşadıklarından çıkardıkları derslere dayanarak kontrolü sendikaya bırakmadılar; inisiyatif kullanarak sendikalara rağmen harekete geçmeye başlıyorlardı. İç savaşın uzun ve çok sert geçecek çatışmalarından birinin daha fitili ateşlenmişti.

Özgür Güven