< < Bir İtiraf Ve Devletin Nankörlüğü

Burjuva sınıfa yapılabilecek en büyük “iyilik”, en büyük hizmet nedir diye sorulsa, en doğru yanıt, düzeni ayaklanma ve devrimden korumak biçiminde olurdu herhalde.

Evet, burjuva düzen, hadi bunu somut haliyle söyleyelim, faşist devlet ve tekelci kapitalist düzen için, bunları emekçi sınıfların, ezilen halkların saldırılarından yani isyan, ayaklanma ve devrimlerden korumaktan daha büyük, daha değerli bir hizmet olmaz, olamaz. Zira isyan, ayaklanma ve devrimler burjuva düzenin, burjuva egemenliğin varlığına tehdittir. Sömürücü düzen için varlık yokluk meselesidir.

Bu nedenle, faşist devletin birinci, asli görevi bir devrimi önlemek, isyan ve ayaklanmaları hangi biçim ve yöntemle olursa olsun; buna katliamlar, kitleler üzerinde şiddetli baskı uygulamak, zindanlarla tehdit etmek vb dahil, bastırmaktır.

Burjuva sınıfın ve onun politik güçlerinin, partilerinin, muhalefetinin tüm çaba ve politikaları buna yöneliktir. Burjuvazinin ayaklanmaları bastırmak ve devrimleri önlemek amacı her daim birinci ve önceliklidir.

Burjuva sınıf, bu amacı için verdiği mücadelede yalnız değil. “Sol” hareket içinde yer alan küçük burjuva sosyalist güçler, burjuvazinin yıpranan, işçi, emekçi sınıfların ve ezilen halkların isyan ve ayaklanma tehdidi altına giren, zayıflayan, güç yitiren egemenliğine, çeşitli biçimlerde ve devrimin toplumsal güçleri arasında elde bulundurdukları güce dayanarak, destek olurlar.

İsyan, ayaklanma ve devrimler burjuva egemenlik, burjuva düzen, ezilen halkları baskı ve kölelik altında tutan burjuva düzen için ne kadar tehdit ise, tersi de doğru. İsyan, ayaklanma ve devrimler işçi sınıfı, emekçi ve ezilen halklar için yeni bir yaşam, ezilmişlikten, baskıdan, sömürüden kurtuluş, kendi kaderini tayin hakkını kazanma anlamına gelir. Devrimler, işçi sınıfının, ezilen halkların bayramlarıdır bu yüzden.

Türkiye ve Kürdistan'da devrime dönüşme potansiyeli taşıyan isyan ve ayaklanmaların, faşist devletin çıplak zoru yanı sıra, sözünü ettiğimiz güçlerin “yatıştırıcı” politika ve çabalarıyla “söndürüldüğüne” bugüne kadar çok tanık olduk.

En bilinenlerden ilk akla geleni şüphesiz 15-16 Haziran İşçi Sınıfı Ayaklanmasıdır. Elli üç yıl önceki bu ilk büyük işçi ayaklanmasının DİSK yöneticilerinin “yatıştırıcı” politikalarıyla geri çekildiğini biliyoruz.

Yakın tarihimizden en çok bilinen örnek ise, hiç şüphesiz, 2013 Gezi/Haziran Halk Ayaklanmasıdır. Bugün ceza aldıkları için “Gezi Kahramanı” olarak gösterilenlerin, gerçekte ayaklanmayı geri çekmek, bir an önce bitirmek için ellerinden geleni yapan insanlar olduklarını biliyoruz. “Taksim Dayanışması” dedikleri şey işte budur. Bu insanlar, ayaklanmacıların taleplerini olabilecek en geri noktaya, dinci faşist iktidar ve faşist devlet için en kabul edilebilir düzeye çekerek öncelikle İstanbul'da ayaklanmanın sönümlenmesinde başat rolü oynadılar.

Ama faşist devlet ve dinci faşist iktidar -dünyadaki istisnasız tüm burjuva iktidarlar gibi- “nankörler”, kadir bilmezler. Onlara “iyilik” de yapmış olsan, korku veren, varlığını tehlikeye atan bir gelişmeye karışmışsan, dosyanı tutarlar ve günü geldiğinde ibret-i alem için gözünün yaşına bakmadan cezalandırırlar. “Gezi Davası” budur.

Son örnek, ölü eşekten farksız Meclis'te Başkanvekilliği yapan Sırrı Süreyya Önder'in itiraflarıyla ortaya çıkıyor. Daha doğrusu, politik olarak, ana çizgileriyle, zaten bilinen bir gerçek, Sırrı Süreyya Önder'in Meclis oturumunda “memleketin halini efkar ederken” yaptığı açıklama ile somut bir hal aldı.

TBMM Başkanvekili Sırrı Süreyya Önder, “İç iktidar savaşları”nda herkesin kendileri üzerinden “diğerlerine ateş” etmesinden ve “İç hesaplaşmaların bir enstrümanına dönüştürülmüş” olmaktan şikayet ederken Kobane Ayaklanması sırasında nasıl bir rol oynadıklarını, daha doğrusu, Kobane Ayaklanmasının daha ileri gitmemesi, sönümlenmesi için arkadaşlarıyla birlikte nasıl canla başla çalıştıklarını anlatıyor. İşte, o sözler:

“Sayın Efkan Ala, Sayın Ahmet Davutoğlu, Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve dönemin bütün ilgilileri, Sayın Sadullah Ergin, kamu güvenliği bürokratları o iki gece ben, Sayın Pervin Buldan, Sayın İdris Baluken İçişleri Bakanı'nın makamında sabahladık. İki gün, iki gece... Bu hadise toplumsal bir tahribat yaratmasın diye.

Uzun uzun anlattım, gelsinler dedim, ya tanık olarak gelsinler desinler ki, bu gerçeklik tam olarak böyle değil ya da tam olarak böyle. Sayın Önder sırasını yanlış anlatıyor ya da böyle olmayabilir, tanık olarak gelmiyorlarsa, bir röportaj versinler desinler ki, böyle diyor ama tam olarak onun dediği gibi değil, yalan söylüyor demelerine gerek yok. Tam olarak öyle değil desinler, sizin huzurunuzda tekrar ediyorum, milletvekilliğinden istifa edeceğim aynı gün.”

Evet, Sırrı Süreyya Önder, “bu hadise” dediği Kobane Ayaklanması “toplumsal bir tahribat yaratmasın” diye Pervin Buldan ve İdris Baluken'le birlikte İçişleri Bakanlığı'nda iki gün iki gece sabahlıyorlar. Aksini iddia edecek olanlara karşı hepsinin de adının başında “sayın” olan Efkan Ala'yı, Ahmey Davutoğlu'nu, Recep Tayyip Erdoğan'ı, Sadullah Ergin'i, kamu güvenliği bürokratlarını tanıklığa çağırıyor.

Mahkeme Heyetini bilemeyiz, ama biz bunların tanıklığına gerek duymayız elbette. Sırrı Süreyya Önder'in beyanı esastır bizim için. Kobane Ayaklanmasının “toplumsal bir tahribat yaratmasın diye”, daha açık, daha anlaşılır ve daha düzgün bir ifadeyle, ayaklanma büyüyüp bir devrime dönüşmesin diye, Pervin Buldan ve İdris Baluken'le birlikte yoğun, uykusuz ve yorucu bir mesai yaptıklarından zerre kadar kuşkumuz yok.

Bizim de işçi sınıfına, yoksul kitlelere ve özellikle kendi kaderini tayin hakkı için savaşan Kürt halkına öteden beri anlatmaya çalıştığımız konu işte budur. Bunların görevi, kurtuluşun tek yolu olan birleşik devrimin önünü açmak değil, “hadise”nin toplumsal tahribat yaratmasını yani ayaklanmanın bir devrime dönüşmesini önlemektir. Tıpkı, “Taksim Dayanışması” denen heyetin oynadığı rol gibi.

Ama, nankör nankörlüğünden vazgeçmiyor işte. Sırrı Süreyya Önder'in adını zikrettiği kişiler, mahkemede tanıklık etmeye gelip, Kobane Ayaklanmasının daha ileri gitmemesi için, Sırrı Süreyya Önder'in sözleriyle söylersek, “Hadise toplumsal tahribat yaratmasın” diye nasıl çırpındıklarını anlatmıyorlar. Sırrı Süreyya Önder “AK Partili arkadaşlar”ına da söylemiş, anlatmış durumu. Ama hepsi taş duvar. (Yeri gelmişken işaret etmekte yarar var: Kimse bunların Meclis Kürsüsünde birbirlerine atıp tutmalarına bakmasın; kulis salonlarında istisnasız tüm partilerden milletvekilleri birbirleriyle hemhaldır, “arkadaştır”. Böyle resimlere her zaman rastlamak mümkün.)

Neden hepsi taş duvar? Çünkü 6-8 Ekim Kobane Ayaklanması burjuvazinin, faşist devletin, dinci faşist iktidarın yüreğini ağzına getirmişti. Kürt halkı, 90'lı yılların serhıldanlarını aratmayan bir ayaklanma ortaya koymuştu. Devlet çaresiz kalmıştı ve ayaklanma biraz daha ileri gitseydi faşist devlet ve iktidar kontrolü tümden kaybedebilirdi. Haliyle, ibret-i alem için, tekrarı olmasın diye, birileri mahkemeye çıkarılmalı ve tıpkı “İstiklal Mahkemeleri”nde olduğu gibi cezaya çarptırılmalıydı. Kobane davası budur.

Ömrünün bir kısmını “siyasi tutsak” olarak geçirmiş Sırrı Süreyya Önder, bulunduğu durumu anlamadığı, haliyle anlam veremediği için “bir garabetin içindeyiz” diyor. Oysa, ortada bir “garabet” yok; her şey iç savaş yasalarına göre işliyor; yargılamalar da. İç savaş koşullarında en yakın “AK Partili arkadaşlar”ın da sana taş duvar kesilirler.

Yine de, Türkiye ve Kürdistan halkları Kobane serhıldanı “toplumsal tahribat yaratmasın” diye, sözlerinizle itiraf ettiğiniz rol ve görevi unutmayacak!

 

Taylan Işık