İki İttifakın İflası

Geçtiğimiz ay ve haftalarda, birinin başını TKP'nin; diğerinin başını HDP'nin çektiği iki güçbirliği ilanına tanık olduk. Aylarca, yaptık yapıyoruz, ilan ettik ediyoruz dedikten sonra nihayet ittifaklarını büyük bir gürültüyle ilan etmişlerdi.

İlki “Sosyalist Güç Birliği” idi. Dört parti ve çevreden oluşuyordu. Öteki, altı parti ve çevreden oluşan “Emek ve Özgürlük İttifakı” birincisini izledi. Özellikle ikincisi, yeni katılımlara açık olduğunu ve bunun için girişimlerini sürdüreceğini ilan etmişti. Böylece, bütün örgütlü sosyal reformist ve uzlaşmacıların iki şemsiye altında toplandığını söyleyebiliriz.

Küçük burjuvaziye özgü büyük bir gürültüyle kuruluşlarını ilan ettiler. Sınıf mücadelesinde etkili olacakları iddiasındaydılar. Gürültüyle kitleleri etkileyebileceklerini hesapladılar, çok geçmeden, maddi temeli olmayan propagandanın ömrünün kelebek ömrünü geçmeyeceğinin kanıtını verdiler bize.

Leninistler, daha o zaman, yani her iki ittifakın kuruluş ilanının mürekkebi kurumadan, her iki ittifakı bekleyen akıbet hakkında şunu yazmışlardı:

“.... ‘birlik-ittifak’ların başarı şansı var mı? Şimdiden söyleyelim: Başarı şansı sıfırdır. Biz böyle söylediğimiz için değil, eşyanın tabiatı böyle olduğu içindir. Devrimci dönemlerde başarının temel ve olmazsa olmaz koşulu, devrimci politika ve hedeflere sahip olmaktır. Devrimci politika ve hedeflere sahip olmayan istisnasız hiçbir birlik ya da ittifak, devrimci dönemlerde kitleler üzerinde etkili olmaz, devrimci bir etki yaratamaz, bir bilinç oluşturamaz.”

Ne diyordu bunların birincisi? Amacımız, devrim mücadelesinin ana unsuru olmaktır; sıradan bir muhalefet hareketi ya da sermaye düzeninin kenar süsü olmayacağız diye iddialı konuşuyordu.

Aradan üç aya yakın bir zaman geçti. Bu zaman zarfında Türkiye ve Kürdistan'da sınıf mücadelesinde, iç savaş açısından son derece önemli gelişmeler yaşandı; yaşanmaya devam ediyor.

Dinci faşist iktidarın ve faşist devletin Suriye-Rojava topraklarını işgal etmeye zemin hazırlama amacıyla, İstanbul İstiklal caddesinde 13 Kasım'da organize ettikleri katliam bunların başında gelir. Faşist devlet ve dinci faşist iktidar, ABD'nin de zımni onayını aldıktan sonra işgal planlarını uygulamaya başladı.

Kürt halkı her yerde bu işgal planlarına karşı ayağa kalktı. Devrimci komünist güçler, işgal planlarına ve harekatına karşı açık bir mücadeleye giriştiler. Propaganda ve ajitasyonlarıyla, dinci faşist iktidarın ve faşist devletin gizledikleri amaçlarını açığa çıkarmaya, işçi ve emekçi sınıfları, yoksul kitleleri, ezilen topluluk halklarını bu konuda uyarmak için sokaklara çıktılar.

Bütün bunlar oluyor ve hala sürüyorken “devrim mücadelesinin ana unsuru olma” iddiasındaki SGB ne yapıyordu? Hiçbir şey. “Devrim mücadelesinin ana unsuru olma” bir kenara, SGB ortak bir bildiri bile yayınlayamadı. SGB'nin içindeki kimi bileşenler kendi görüşlerini ortaya koyan ayrı ayrı açıklamalar yaptılar. Ve daha önemlisi, hiç biri sokağa adım dahi atmadı. Bunun yerine içlerinden birileri dinci faşist iktidara “sorunu yanlış yerde arıyorsun” dercesine “akıl” bile veriyordu.

Örneğin TKP, “Açıkça ifade ediyoruz, ülkemizin sorunları dışarıda değil, içeridedir. Türkiye’nin sorunları Türkiye’dedir. Güvenlik bahanesi ile komşu ülkelerde askeri operasyon yaparak Türkiye halkının güvenliği sağlanamaz sözleriyle tam da bunu yapıyordu.

Yani bu akıl küpü parti, dinci faşist iktidara ve faşist devlete “evde kaybettiğin şeyi Nasreddin Hoca gibi, sokak lambasının altında arama; bulamazsın.” demek istiyordu.

Sosyal şovenizmin ve devlete “ben onlardan değilim” mesajı vermenin kusursuz bir örneği olan bu açıklamanın içeriği üzerinde duracak değiliz; zira konumuz bu değil. Ama SGB'nin böyle önemli bir gelişme anında, bırakalım mücadeleyi, sokağa çıkmayı, ortak bir açıklama bile yapamaması politik iflastan başka bir şey değil.

Yeri gelmişken işaret etmekte yarar var: Sosyal şovenizm, sosyal reformizmin, daha genel haliyle, oportünizmin olgunlaşmış halidir. Devrimci durum, devrimin güncel olduğu koşullar bu olgunlaşma sürecine olağanüstü hız katar. Örneğini yaşıyoruz.

Devam edelim...

SGB böyledir de Emek ve ve Özgürlük İttifakı çok mu farklı? Kesinlikle değil. Aksine, politik iflas anlamında, SGB'nin çok önündedir.

Şundan dolayı: SGB’de hiç olmazsa, sokağa çıkan bir partiyi diğerlerinin tek başına terk etmesi gibi bir durum yaşanmadı. Çünkü hiçbiri sokağa çıkmadı ve böylece, bir anlamda “ortak tavır” sergilemiş oldular.

Emek ve Özgürlük İttifakı'nın bileşenlerine gelince, kitlesinin yapısı ve baskısı gereği sokağa çıkmak zorunda kalan partiyi mücadelede yalnız bıraktılar. HDP, sokağa çıktığı her yerde yanında sadece ittifakların bileşeni olmayan BMG'yi buldu. HDP, militan devrimci kitlesini kastediyoruz, en zor zamanda yanında sosyal reformist partileri değil, BMG'yi gördü. BMG, her ne sebeple olursa olsun faşizme, faşist saldırganlığa karşı sokağa çıkan HDP ile sözde değil, pratikte güçlerini birleştirdi. Faşizme karşı omuz omuza bir mücadeleye girişti. Seçim için değil, faşizme karşı, sömürü düzenine karşı devrim mücadelesi için...

Devrimci amaçlar ve devrimci politika işte böyle birleştirir. Sol güçler arasında oluşacak birliklerin kalıcı ve başarılı olmasının koşulu, özellikle devrimci dönemlerde, devrimci hedeflere, devrimci politikalara, devrimci mücadele anlayışına sahip olmaktır. Bunlara sahip olmayan hiçbir birliğin, içinde kimler yer almış olursa olsun, uzun ömürlü, başarılı olma şansı yoktur.

Yine de bir soru açıkta kaldı. Her iki ittifakın sosyal reformistleri böyle önemli bir konuda neden sokağa çıkmadılar? Yanıt basit ve oldukça anlaşılır. Çünkü, Kürdistan ve Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı sorunu faşist devletin ve dinci faşist iktidar başta olmak üzere tüm burjuva iktidarların “kırmızı çizgisi”dir. O çizgiyi geçmek faşist devletle, burjuva sınıfla tüm köprüleri yıkmak ve dolayısıyla ağır bedeller ödemeyi göze almak demektir.

Buradan anlaşılacağı üzere sosyal reformist ittifak ya da birliklerin başarılı olma, “devrim mücadelesinin ana unsuru” şansı yoktur. Ama BMG, tam da kuruluş amacına uygun bir şekilde, “devrim mücadelesinin ana unsuru” olma hakkını bizzat pratik mücadelede tırnağıyla kazıyarak elde etme yolunda. Gittikçe kendi varlığını kabul ettiren birleşik devrimin böyle bir odağa, “ana unsura”, Türkiye ve Kürdistan emekçi sınıflarının, ezilen halklarının gözlerini çevirdikleri bir otoriteye ihtiyacı var.

Böyle bir otorite, ancak pratiğin içinde, yoğun devrimci faaliyet ile yaratılabilir. Bu göreve soyunan bir birlik, her şeyden önce devrimin güncel olduğu ve iktidarın bir devrimle ele geçirilmesinin başarılabileceği anlayışından hareket etmek zorundadır. Uluslararası örnekler bir yana, bu topraklardaki tüm deneyimler, bu gerçeği defalarca kanıtlamış durumda.

Birleşik Mücadele Güçleri (BMG) bu zor görevi başarabilir ve başarmalıdır da!