Sonunda yaptılar tercihlerini, buna uygun adımlar peşi sıra geliyor. Merkez Bankası başkanı görevden alındı, siyasi baskıyla faiz oranları indirildi. Böylece bir eşik aşıldı; tam ilhak altında yürütme erki bir Salto Vitale ("Ölüm parendesi")’ye soyundu.

Dinci-faşizm, tam ilhak sürecindeki sistemin yürütme erki olarak, bir tercih yapmaya zorlanmaktaydı: Ya ekonomik krizin komaya soktuğu şirket ve bankaların hangisinin kurtarılacağı kararını “piyasa”ya bırakıp, elinin altındaki devasa Hazine kaynaklarını yine “piyasa”nın emrine hazır hale getirecekti; ya da bu kararı kendisi verecek ve hazine kaynaklarını yine kendine yakın tekelci gruplara peşkeş çekecekti. İkinci yolu tercih etti dinci-faşizm. Her zaman olduğu gibi, tekelci sermayenin özel çıkarları, egemenliğin genel çıkarlar ile bir çatışmaya girdiğinde, kazanan taraf özel çıkarlar olur.

Fakat eklemek gerek, dinci-faşist iktidarın yaptığı bu tercih, kendileri açısından ahmakça, sonu belirsiz maceracı bir tercih değil. Aksine, ince bir hesaplamanın yapıldığı bile söylenebilir. Meseleyi damadın liyakatı ile ölçenler, herkesi aynı budala darkafalılığa davet ediyorlar sadece. Oysa hesap o kadar karmaşık değil ve damat değil, ‘oğulcuk’ bile üstesinden pekala gelebilir. Şöyle: İster hazine ve devlet imkanları tüm egemen sistemin kurtarılmasına feda edilsin, isterse özel çıkarlara peşkeş çekilsin, her iki durumda da dinci-faşizmin hükümet koltuklarında oturma koşulları elden kaçıyor. Halbuki yandaş sermaye tekellerinin servet birikimlerinin ardında, yürütme erkinin sağladığı imkanlar yatıyor. Eğer hükümet koltukları elden giderse, muazzam borç yükü altında bu grupların bir anda sıfırı tüketmeleri kaçınılmaz. Öyleyse, henüz vakit varken yandaş tekellerin borçlarını kamuya devretmek ve birikmiş serveti bu yoldan kurtarmak adına -Financial Times’in yorumuyla- “ekonomiyi uçurumdan aşağıya atmak” mümkündü. Öyle yaptılar.

Şu gerçeğin altını bir kez daha çizelim: Adlarını yalnızca kamu ihalelerinde duyduğumuz yandaş tekellerin servetleri, tümüyle Hazine’ye bağımlıdır. Bütün o yatırımlar için gerekli borçlar, kamu bankalarının garantisiyle alınmış ve borç ödeme servisleri, Hazineden aktarılan paralara dayandırılmıştır. Örnek olsun: 3. Havalimanını yapan İGA adlı konsorsiyumun tam 5 milyar avro borcu var; bu tüm zamanların rekorudur. Açıklanmayan daha başka rekorlar da mevcut. Azerbaycan devlet petrol şirketi adına (SOCAR) Aliağa’ya 10 milyar dolar tutarında bir rafineri inşa edildi. SOCAR’ın Türkiye’deki şirketinin sahibi, bizzat RTE ve ailesidir ve bu muazzam yatırım için ne kadar borcun Hazine hesabına çıkarıldığının rakamlarına henüz ulaşabilen kimse yok.

Dinci faşizm, inşaat-enerji-AVM bloku krizin darbeleri altında dağılınca, bankalardan, yandaş tekellerin kurtarılmasını istedi. Bu amaçla İşbankası’na el koyma girişimleri üzerinden, bankaları tehdit bile etti. Ancak bankalar, mali açıdan durumları felaket bu şirketleri kurtarmaya pek hevesli olmadılar. En son, haziran ayında yapılan bir toplantıda çoğunluğu yandaş inşaatçılar, 60 milyara yaklaşan borçları için, masadan elleri boş kalktılar. Muhtemelen bu gelişmeden sonra dinci faşizm, Merkez Bankası başkanını görevden almak ve faizleri baskıyla indirmek gibi kararlar aldı. Rubicon bir kez geçilmeye görsün; her adımı, bir sonraki izlemek zorundadır. Başkanı kovulan Merkez Bankası’na ihtiyaç akçelerine el konulmasa eksik kalırdı.

Londra finans baronlarının basın bülteni gibi çalışan Financial Times’e göre bu “pervasız adımlar, kendi gidişini ivmelendiren” dinci-faşizmin, ekonomik kriz karşısındaki büyük çaresizliğine işaret ediyor. Pek çok uzman için doğrudan para basmak anlamına gelen ihtiyat akçelerine el koyma kararını, borç senetleri ile şişirilmiş Hazine izleyecek. Ve bu borç kasası, yandaş tekellerin borcunu üstlenecek kamu bankalarına kaynak olacaktır. Bu yoldan her şey, baş döndüren bir anafora kapılıyor. Bu acıklı hikayenin sonu, Moody’s adlı kuruluşa göre, döviz mevduatlarına el koymaya varacak. Peki ama, yandaş kurtarma operasyonlarıyla gravyer peynirine dönen bütçe ile maaşlar nasıl ödenecek? Bir kez Rubicon aşıldığında, şapkadan her tür tavşan çıkabilir.

Ekonomik kriz üzerine yazılanlar, çoğu kez, okuyucuları sıkar. Ancak krizin gidişatını izlemenin pek çok yararı var. Bu kriz öncekilerden farklı olarak, merdiven biçimli bir düşüş eğrisi çiziyor. Bir anda hızlı ve dik bir çöküş, sonra düz bir çizgi, bir sonraki çöküşe dek her şeyin yolunda gittiği algısı... Devrimimiz, hiç olmadığı kadar, ekonomik çöküşün yarattığı öfkeden yararlanacaktır ve yararlanıyor. Ve devrimci proletarya eğer bu süreçte ciddi bir politik hataya ya da atalete teslim olmaz ise, yığınsal devrimin hegemon gücü ve sürükleyicisi durumuna erişecektir. Sorun şu ki, aynı ekonomik kriz süreci, bolca umutsuzluk da üretiyor. Bu duygunun küçük-burjuva katmanlardaki karşılığı, politik tutum ve davranıştaki olağanüstü yalpalamadır.

Kriz, dik bir inişin ardında, az çok istikrar kazanmış bir seyir izlemeye başladığında, küçük burjuvaların kendilerini kurtarma hevesleri depreşiyor ve umutsuzluk devrime karşı yöneliyor. Ne zaman ki kriz dik çöküş eğilimine girer, bu kez küçük burjuvaların umutsuzluğu düzene yöneliyor.

Proletarya kendi saflarında tam bir politik berraklık, karakter sağlamlığı, ilkesel tutum ve tutarlı bir taktik çizgiyi pekiştirmek için, amansız kavganın gerektirdiği her şeyi yapıyor, yapmaya devam edecek. Krizin seyrine dair her tür açıklık, bu çabayı mutlak surette destekleyecektir.

Umut Çakır