Şah mata giderken piyonlar ne yapsın! Rusya’nın faşist çetelere karşı giriştiği savaş, dinci-faşist iktidar blokunda kelleler alan depremler yaratıyor. Tarım Bakanı, bir anda kendini kapının önünde buldu.

Savaş, deyim yerindeyse, tarımsal üretim ve ticarete son çiviyi çaktı. Buğday ve yağ fiyatları hızla yükselişe geçerken, ekmeğin 20 tl’ye kadar çıkacağından bahsediliyor. Açlık, önünde durulmaz bir çığ gibi, en alttakilerden çalışan sınıfların en geniş kesimlerine yayılıyor. Bu topraklarda emekçiler, politik bir hedef göstermekten uzak olsa da, keskin bir tutumu ifade eden bir sloganı hevesle sahiplendiler: Ekmek yoksa, barış da yok! Şimdi ekmek gerçekten yok, barış da olmayacak. Kararlı ve sonuna dek gidecek bir ayaklanma için bundan daha haklı, daha kışkırtıcı, daha kanı beyne sıçratan bir neden olamaz.

Patlak veren savaş, bu toprakların emekçilerinin gündemini bir süre işgal etti. Fakat birinci haftanın sonunda açlık, gündemdeki ağırlığını yeniden kazandı. Sıcak savaşın dışında kalan ülkelerin burjuva yöneticileri, savaşta yaşanan trajedileri kullanmaya pek hevesli olurlar. Çünkü o trajik görüntüler “halinize şükredin” propagandasına hizmet eder. Eğer bu topraklarda savaş dönemlerini aratmayan bir yıkım yaşanmasaydı, şükredici propagandanın bir etki yaratması mümkündü; ama bir hafta bile sürmedi. Propaganda tersine döndü. Sokaktaki emekçilerden, şöyle ifadeler duymaya başladık. “Hiç olmazsa onlar savaştalar, peki aynı sefaleti yaşayan biz, neden korkuyoruz?”

Emekçiler, savaşa karşı sezgisel bir tutum geliştiriyor; haklı-haksız ayrımı yapmadan savaş makinesinin ezdiği halklarla empati kuruyor; başlarında bulunan dinci-faşist hükümetin aldığı pozisyona göre değil, kendi toplumsal ve siyasal kurtuluşları için ne gerekiyorsa, öyle davranmaya yöneliyorlar. Umarsız kalmadıkları savaşın trajik görüntüleri, onları, kararlı bir ayaklanmada aynı ölçüde trajik olaylara hazırlama görevi görüyor.

Dinci faşist iktidar blokunda ise, dağılmanın işaretleri geliyor. İktidar blokunun, cürmü küçük, kolu uzun unsuru Perinçek, AKP’nin artık Türkiye’yi yönetemediğini açıkça ilan etti. RTE’ye yüz seksen derece ters bir konuşmayla Bahçeli, NATO genişlemesini provokasyon olarak nitelendirdi. NATO’nun gayrı meşru evladı bir partinin böyle bir tavır takınmasını şaşırtıcı bulanlar vardır. MHP’nin esas derdi, 15 Temmuz sonrası silahlı-silahsız bürokrasi içinde ittifaklara dayalı dengenin bozulmasıdır. O ittifakın sermaye çatısında, doğalgaz ve enerji tekelleri, buğday ve yağ ithalatçıları, yaş sebze ihracatçıları, hurda kullanan demir-çelik üreticileri vardı ve hepsi Rusya-Ukrayna sahasından muazzam ölçeklerde besleniyordu. Bu büyük çaplı sınai-ticari faaliyet onları, NATO’cu ve Avrupacı güçler karşısında söz sahibi konumuna getiriyordu. 15 Temmuz onları, tepedeki ittifak blokuna taşımıştı.

MHP, bu birliğin bozulmasını önlemek için, NATO’ya karşı serzenişte bulunmak zorunda kalıyor. Ama utangaç serzenişler bile, ittifak içindeki çatlak seslerin büyümesinden, onlara cesaret vermekten başka bir sonuç yaratmıyor. Ethem Sancak, Moskova’da aldı soluğu ve orada, Ukrayna’ya SİHA satmanın çok büyük hata olduğunu açıkladı. Savaşın başladığı gün, bir grup subay S-400’ler önünde pozlar verdiler. 15 Temmuz’da kurulan ittifaktan dışlanacaklarını görenler, füzelerle tehdit savuruyorlar; bu pozun başka bir anlamı yok.

Sonuç olarak savaş, emekçi sınıflarda daha kararlı bir mücadele isteği uyandırdı; dinci-faşist cephede ise dağılmanın işaretlerini açığa çıkardı. Kapitalist uygarlığı darağacına sürükleyen devrimler, iç savaşlar ve varolma savaşları ortasında başka türlü bir sonuç beklenemezdi. Pakdemirli gibiler, tepelerde beliren çatlaklara biranda düşüveren piyonlardır sadece.

Umut Çakır