Herkesin dilinde aynı ifade: “Artık eski dünya yok, yepyeni bir dünya kuruluyor”. Beyaz Saray’dan Kremlin’e (Sahi Çinli yöneticiler hangi sarayda kalıyor?), finans bankalarından devrimci örgüt yöneticilerine, en et kafalısından en cin fikirlisine kadar, çok farklı bakış açıları, aynı sözcük diziliminde birleşiyor.

Adeta amansız bir virüs, insanlığı bir dağın zirvesine kadar kovalamış ve orada toplananlar, sisin, tozun ve bulutların üzerinden ufka bakıp, bir uçta yıkılıp gitmekte olanı, diğer uçta kopup geleni apaçık görüyor.

Dünya tarihi, evrensel gelişim, ne zaman bir sıçrama anına kadar gelip dayansa, her şeyi açıkladığı sanılan bir cümle dillere pelesenk olur; ve yaygınlığı ölçüsünde o denli (akademik çevrelerin moda deyimiyle) “Boş Gösteren” olur; yani herkesin içini dilediğince doldurduğu boş bir kap.

Ama durun: Belleği güçlü ve yaşı uygun olanlar, çok benzer “yeni dünya düzeni” laflarını hatırlayacaktır. Evet, 89-91 karşı-devrimleri zamanında benzer bir iklim yaşanmıştı. Dünyanın üçte birini kaplayan sosyalist sistem dağıldığında, aynı beylik laflar, koca bir tufan gibi insanlığın üzerine yağdırılmıştı.

Altı üstü bu “Boş Gösteren” diye, içeriksiz bir kabuk diye, “yepyeni bir dünya” ifadesini bir kalemde silip boş verecek değiliz. Tersine, bir dünya sistemini yerinden eden devasa büyüklükte her olay, evrensel kurtuluşa çağrılar içeren mesihvari ifadelerde yankısını bulur.

Tarihin farklı dönemlerine özgü köleci, feodal, kapitalist bir dünya sisteminden sözediyor olsak bile, bu sistemler her zaman, ülkeden ülkeye önemli farklar içerir. Kapitalizm için konuşacak olursak, bu ülkesel farklar en başta zenginlik, teknoloji ve kültür alanlarında göze çarpar ve hepsi de özgün bir sınıflar mücadelesi dengesi oluşturur. Sonra, tarihi bir an gelir ki, tüm bu farklar önemsizleşir ve insanlık, mesihvari evrensel bir kurtuluş amacının büyüsüne kapılır.

Bu noktada, sözkonusu “büyünün” gücünü nereden aldığını görebilmek amacıyla, insanal varoluşa dair “tür-birey çelişkisi” (ya da çemberi) bir analiz aracı olarak hizmet edebilir. Marx, Grundrisse ve Artı-Değer Teorileri gibi analize yönelik çalışmalarında, tür-birey çelişkisini sık sık kullanmıştır.

Hemen bir uyarı; Marx’ın, çalışmalarında analiz yöntemleriyle sunuş yöntemlerini birbirinden titizlikle ayırdığı bilinir. Bu yüzden sık sık analiz aşamasında, karşısına çıkan problemi çözmek için kullandığı pek çok analiz aracına, basıma yolladığı kitaplarında yer vermez. “Tür-birey” ilişkisi de bu kaderden kaçamaz. Bunun bir nedeni var. Çünkü, tek tek ve somut biçimde toplumsal sistemler ele alınırken, temelde yatan asıl çelişki her zaman, üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındadır. Tarihin tüm dinamiği, süreçlerin başından sonuna gelişimi, bu temel üzerine yükselir. Üretici güçler-üretim ilişkisi çelişkisine göre, tür-birey ilişkisi, tarihsel değil doğal bir yasadır; dinamik değil pasiftir; neden değil sonuçtur. Buna rağmen, insanlığı yeni bir küresel düzenle karşı karşıya getiren anlarda, bu gelişime yön veren sınıf, evrensel kurtuluş söyleminin gücünü, dar sınıf çıkarlarından alamaz, ama tür-birey ilişkisine yeni bir biçim vermekten alır. Bu yüzden, tür-birey ilişkisinde dile gelen doğa yasası, sınıflar mücadelesinin yerine ikame edilemez. Olsa olsa, sistemik sıçrama anlarında, insanlığı peşinden sürükleyen ülkülerin söylem gücünü açıklamaya yarar sağlar. Bu da az bir şey değil.

Bu analizin temel tezi gayet basittir: Tür ancak gelişimine hizmet ettiği oranda bireysel gelişime olanak tanır; ne zaman ki bireysel gelişim türün devamını tehdit etmeye başlar, o zaman birey feda edilir, çember kalır ve daha uygun bir birey arzı endam eyler. İnsanlığa, her dönem farklı biçimlerde sunulan evrensel kurtuluş ülküleri gücünü bu çelişkiden alır.

Evlenmesi ve çocuk doğurması yasak köle kitleleriyle dolup taşan antik Roma kentlerine saldırdıklarında, feodal senyörler, evrensel kurtuluş anlatısını, dinsel kitabelerden derlemişlerdi. Böylece, tek tanrılı dinlerin “cemaat-birey”leri, köleliğin dünyanın dört köşesinde kovalamasına hizmet etmişti. Bir kez evrensel insani kurtuluş gökyüzüne havale edilirse, her türlü feodal angarya, ebedi kurtuluşun yeryüzünde ödenmesi gereken kefareti haline getirilebilirdi.

Yüzyıllar boyu ardı arkası kesilmeyen hanedan savaşları, feodal angaryadan kaçanların sığındığı kentlerde önü alınamayan salgın hastalıklar, türün devamına ciddi bir tehdit oluşturdu. Feodal hegemonyaya karşı savaş açan köylüler, aynı “cemaat-birey” düzleminden hareketle, bayraklarının üzerine din otoritelerinin sapkın ilan ettiği inanışların sembollerini nakşettiler. Tür-birey çemberini kırıp yeniden tanımlamaya olanak vermeyen bu söylemin suçu, köylülerde değil. Sadece, sınıfsal konumları bu evrensel misyona uygun değildi. Uygun olan tek sınıf, burjuvaziydi.

Burjuvazi, türün devamı davasını, sınıf çıkarlarına uyumlu hale getirmek için, cemaat-birey’in yerine “hukuki birey”i geçirdi. Burjuva devrimlerin zirvesinde, granitten oyulan anıtlarda “evrensel insan hakları beyannamesi” yer alır. Cemaatlerin böldüğünü, hukuk eşitledi, ama özel mülkiyet temeli üzerinde.

Burjuva toplum, özel mülkiyete dayalı hukuki birey anlatısı üzerinden cemaati kutsal günlere ve kutsal mekanlara sürgün etti ve zamanla, sosyal bireyin bir antitezini yarattı: Toplumun geri kalanı, bireysel, zenginliğini, mübadele ettiği metalarda dışsallaştırıp, tüketim araçlarıyla ölçmeyi bir alışkanlık haline getirdi.

Sosyalizm, türün devamını hukuki bireyi yerinden eden sosyal bireyde tanımladı. İlişki dolaylı, ancak eski alışkanlıklardan kurtuldukça tam olarak kavranabilecek bir düzleme yerleşti: Birey kendine özgü zenginliği, toplumsal gelişim üzerinden ve bu gelişim dolayımından elde eder. Böylece, kapitalist sömürü altında kaybolan bireyin çok yönlü ilişki zenginliği, sosyalizmin kazandırdığı sosyal haklar aracılığıyla yeniden elde edilir. Bu haklar, öz halinde, şunları içerir: Çalışma hakkı, sağlık ve eğitim hakkı, örgütlenme özgürlüğü. Hepsi de ancak toplumsal düzlemde işlerlik kazanabilecek bu haklar, tür-birey çemberini, onu kırarak çelişkilerden arındırır.

Bu noktada, bir tarihçinin tezi, bizlere üretken adımlar atma olanağı sunuyor: Diyor ki bu tez; SSCB, en önemli hatasını, ABD’yle birlikte 1978 Helsinki İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzalamakla işlemiştir. Böylece, çok ciddi bir geri adımla, tür-birey ilişkisinde çerçeveyi, bir kez daha “hukuki birey” çemberine hapsetti ve kendini, kapitalizme avantaj sağlayan bir minderde mücadeleye mahkum etti.

Hukuki bireyin kapitalizme sağladığı avantaj, bu söylemin ikiyüzlülüğünü bireysel gelişim ve özgürlük sloganları altına gizleyebilmesidir. Böylece, “toplumsal çıkara feda edilen birey” yalanları, sosyalist dünyanın üzerine boca edildi ve özellikle Doğu Avrupa’da bireyin zenginliğini tükettiği metalarla ödeme alışkanlığını yitirmemiş dar kafalılara bolca manevra alanı açtı.

89 yılında Berlin Duvarı yıkıldığında, ikiyüzlü bireysel özgürlük (hukuki birey), sosyal-birey’e galebe çalmış oldu. O duvar bir kez yıkılınca, hukuki birey adeta bir salgın gibi yayıldı. Duvarın bir yanında yer alan ve hiç de teknolojik mucize görüntüsü vermeyen Trabant otomobilleri vardı (gerçi, yıllar yıllar sonra, gelmiş geçmiş en çevreci araba seçilerek itibarı iade edilecekti), diğer tarafta, 250’si hiçbir işe yaramayan 300 beygirlik Mercedes. Berlin Ensamble’in epik tiyatrolarının yerini, cilalı Broadway sirk gösterileri aldı, sembolik ve polifonik ezgilerin yerini, Scorpions’un cayırtılı stadyum konserleri aldı. Sosyal-birey, yüksek kurtuluşu, aydınlık bilinci ve diğerkâmlığı* feda ederek, hukuki birey düzeyine geriledi.

Oysa şimdi, yıl 2020 ve geldiğimiz noktaya bir bakın! Türün devamı, hiç bu denli yakın ve açık bir tehlikeye maruz kalmamıştır. Ve doğanın amansız yasası yeniden hatırlandı: Türün devamı adına birey feda edilir. Ama hangi birey? Elbette hukuki birey yani özel mülkiyet ve meta değişimine dayalı toplumun biçimlendirdiği birey. Yerine ne konuyor? Özgürlüğü ve sosyal ilişki zenginliğini, ortak bireysel tüketime değil, toplumun genel sağlığına, eğitimine ve çalışmasına bağlayan birey.

Covid-19, milyarlarca insanı, gönüllü olarak evine kapattı; onlar hukuki bireyin sağladığı tüm haklardan vazgeçtiler. Elbette bunu, gayet bireysel bir duyguyla, ölüm korkusuyla yaptılar. Fakat kapandıkları evlerinden yeniden çıkabilmelerinin yolunun, eski çemberi kırmaktan geçtiğini biliyor, sezinliyorlar.

Proletarya, tam da böylesi zamanlarda, yalnızca mesleki sorunlarına odaklanırsa, insanlığın kurtuluş mücadelesine öncülük edemez. Proletaryanın davası evrenseldir, insanlığın kurtuluş davasıdır. Ortaçağ köylülerinin (ya da günümüz hak-hukuk militanı kesilen oportünizmin) düştüğü hatayı tekrarlayamaz; egemen düzenle, onun çizdiği düzlem üzerinden hesaplaşamaz. İnsanlık, türün devamı için hukuki bireyi yerinden edip yerine sosyal bireyi koymak için, acil ve de ertelenemez bir ihtiyaç duyuyor. Sınıfsal konumundan dolayı proletarya, bu yerinden etmeyi sonuna kadar götürebilecek tek sınıftır. Ve bir kez bu yolda harekete geçtiğinde, insanlığı, türün geleceğini garantiye almak üzere, peşi sıra sürükleyecektir. Yeter ki, dar meslek çıkarlarına kendini hapsetmesin.

* Diğerkâmlık: Başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetmek.

Umut Çakır