Kapitalist dünya, her geçen gün, öncekileri aşan olaylarla çalkalanıyor. Olayların bu artışı bir eğilim halini aldı. Yarın daha yoğun olaylarla karşılaşacağız. Tarihin bu en devrimci döneminde olayların temposunun hızlanmasında şaşılacak bir şey yoktur.

Söylemeye bile gerek yoktur ki, olaylar bakımından zengin olan bu çağ yoğun, çatışmalı bir çağdır. Kapitalist sistemin tüm yüzeyi çatışma alanıdır. Yaşanan, emek-sermaye çatışması eksenli, toplumsallaşan insanlığın, emperyalist-kapitalist sistemle çatışmasıdır. Ölmekte olanla, doğmakta olanın çatışması. Bu, yeni bir toplumun doğuşuyla sonuçlanacak bir çatışmadır.

Türkiye ve Kürdistan, olayların yoğunluğu, iç çatışma ve toplumsal, politik çalkantılı oluşu bakımından, dünyanın ön sıralarında yer alır. Oluşan bu durum, temelsiz değildir. Bu topraklarda emek-sermaye çelişkisi alabildiğine keskinleşmiştir. İç içe geçen birçok toplumsal çelişki de çok keskindir. Burası, politik olarak hiç durgun olmadı. Aksine, politik olarak çok hareketli bir yer oldu. Politik çatışmalar on yıllarca, kesintisiz olarak sürdü. Devrimci durumun doğduğu, iç savaşın yıllarca sürdüğü, devrimin güncel olduğu, politik olarak son derece hareketli olan bir yerde, iç çatışmanın yoğun, yaygın ve şiddetli olmasından anlaşılmayacak bir şey yoktur.

Bu konudaki görüşlerimizi birçok yönden temellendiriyoruz. Kapitalist toplumda, sınıf çatışmasının bugüne dek görülmedik düzeye çıkmasında önemli bir etken, toplumun maddi koşullarının eski toplumda ileri oranda olgunlaşmasıdır. Daha üstün bir toplumun koşulları bu derece ortaya çıkmışsa, hiçbir güç insanları eski toplumda tutamaz. Düşünce yönünde tutamaz, çünkü eski toplumun modası geçmiştir. Onu savunacak bir görüş, hiç kimseyi ikna edemez. Kaldı ki, statükocular, kendi sistemlerini savunacak bir düşünce ortaya koyamıyorlar. Şimdiye kadar öne çıkarılan kapitalizmin “parıldayan yönleri”, toplumsal ve zihinsel çürümeden başka bir şey değildir. Yani propagandası yapılan toplumun “parıldayan yönleri” kimseye inandırıcı gelmiyor. Burjuva toplum ideolojik olarak ve her yönden derin bir kriz içinde.

Kitlelerin çağdaş ihtiyaçlarını karşılamayan, nüfusun büyük çoğunluğunun yokluk ve yoksunluk içinde olduğu, sınıf ayrımının çok bariz hale geldiği bu toplum, insanları ikna edemez. “Rıza üretemez”. Kitlelerin “rızasını” alamayan toplum, düşünülenden çok daha derin ideolojik ve toplumsal kriz yaşıyor. Dolaysıyla, toplumsal sistem, kendini korumak ve sürdürmek için güce, zora, şiddete daha çok başvurmaya yöneliyor. Bu durum kapitalist sistemin gücünü değil, güçsüzlüğünü gösteriyor. Sistemin bu kadar güçsüz olduğu süreç, aynı zamanda bizim onu yenmemiz için çok uygun koşullar ve olanaklar yaratan bir süreçtir. Eski toplumsal sistem, güce ve zora daha çok başvurdukça sınıf çatışması, bununla bağlantılı, öncesine göre daha da şiddetleniyor. Güncel burjuva toplumun geldiği aşama, içinde olduğumuz dönemin olaylar yönünden neden bu kadar zengin olduğunu yeterince açıklıyor.

Burjuvazi, hiçbir yerde, kapitalist düzeni ortadan kaldırmayı hedefleyen bir hareket karşısında tepkisiz kalmamıştır. Egemenliğine karşı gelişen hareketi bastırmak için daha büyük bir güç kullanacağı kesin. Bu topraklarda, egemen sınıf ve siyasi iktidarlar, sınıf egemenliğini korumak için, sürekli güce, zora başvurdu. Emekçi halk kitlelerinin devrimci mücadelesi, sömürücülerin egemenliğini tehdit edici bir aşamaya ulaşınca, egemen sınıf, halk kitlelerine karşı güç ve zor kullanımını daha ileri götürdü. Bundan sonra, güç kullanmada, bugünkü düzeyin altına inmeyeceği, daha da üstüne çıkacağı çok kesindir. İktidar sorunu iki sınıf, iki güç arasında şiddetli çatışmalarla çözülür.

Ezilen ve sömürülenlerin, her yerde, artan ayaklanması karşısında, egemen sınıfın, güç örgütü olan devleti güçlendirdiğini görüyoruz. Yönetici sınıf, başkaldıran halkın devrimci hareketini, kendisini tehdit edemeyecek noktaya kadar geriletmek için güç örgütünü etkin bir şekilde kullanıyor. Bu demektir ki, emekçi halk, hedefini gerçek yapmak için, mücadelesine daha etkin devrimci biçimler vermek zorundadır. Bu koşullar, başka seçenekleri geçersiz hale getiriyor. Emperyalist-kapitalist sistemin birçok noktasında meydana gelen ayaklanmalar ve diğer sokak eylemleri, halkın bunun bilinciyle hareket ettiğini gösteriyor. Bu gerçeği görmek istemeyenler, sermaye sınıfıyla, uzlaşma zeminlerini bırakmak istemeyen sosyal reformist hareketlerdir.

Kitleleri ayaklanmadan alıkoymak için, diğer silahların etkisizleşmesi karşısında saldırısını emekçilerin örgütlerine yöneltti. Amaç, emekçileri örgütsüz bırakmak ve dolaysıyla, onları yeniden sermayenin önünde baş eğen bir noktaya getirmektir. Bu amaçla yapılan saldırı sistematiktir ve uzun zamandır devam ediyor. Örgütsüz kalan emekçiler, sermayeye karşı mücadelede silahsız kalmış olacaklar. İşçi sınıfının, iktidar kavgasında en etkin silahı, partisidir. Bu nedenle, bu mücadelede, emekçi sınıfı etkisiz duruma getirmek için, saldırılarının sivri ucunu her zaman işçilerin devrimci sınıf partisine yöneltmiştir. En ağır saldırılarını bu noktada yoğunlaştırıyor. Güce ve zora en çok da bu noktada başvuruyor. 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de askeri faşist darbe saldırılarını esas olarak devrimci örgütlere yöneltti. Doksan sonrası ve günümüzde, sermayenin ve siyasi iktidarların, devletin hedefinde hep işçi sınıfının savaşan sınıf partisi var. Devrimci mücadelenin çok canlı ve güçlü olduğu dünyanın başka yerinde, bizdeki durum yaşandı. Latin Amerika’da, faşist cunta döneminde olduğu gibi, diğer dönemlerde de, sermayenin saldırısı daha yoğun olarak, emekçilerin devrimci hareketlerine, onların devrimci örgütlerine yönelik olarak yürütüldü. Fakat bu saldırıların hiçbiri sonuç vermedi. Devrimci sınıf mücadelesi her koşulda sürdü. Milyonlar bu mücadelede yer aldı, devrim deneyiminden geçti, devrim eğitimi aldı ve devrimi gerçekleştirecek bir duruma geldi. Devrim çağı, emekçilerin örgütlü devrimci mücadelesi üzerinde yükseliyor.

Tekelci sermaye, gitgide güce ve zora daha çok başvururken, egemenliğini korumak için başka politikaları devre dışı bırakmamıştır hiçbir zaman. Emekçi halklara başeğdirmek için etkin biçimde kullandığı araçlardan biri, burjuva siyasal partilerdir. Bu topraklardaki düzen partileri siyasi partiler çetesinden başka bir şey değildir. Burjuva sınıfsal nitelikleri ve izledikleri siyasi çizgiyle tekelci sermayenin egemenliğinin birer ayağı rolünü oynuyorlar. İktidar partilerinin de, muhalefet partilerinin de misyonu budur. Üstlendiği misyonun bir gereği olarak, halk kitlelerini kontrol altında tutmak amacıyla özel bir çaba sürdürürler. Düzen partileri, kitleleri kontrol altında tutmak için sayısız yola başvururlar. Bunlardan biri halkın istemlerini demagojik olarak savunmak, “yarın her şey iyi olacak” biçiminde burjuva ütopyasını yaymak. Muhalefet bunları söylemeden iktidara gelemez. Tabi çok iyi biliyoruz ki, iktidara gelir gelmez yani güçlenir güçlenmez, söylediklerinin tersini yapacaktır. Hükümet ve muhalefet “sermaye için, kendileri için iyi olan, emekçi halk için de iyidir” siyasetini her daim ortaya atar. Onlar, bunu yapmadan toplumda en ufak bir destek bulamazlar.

1990’da, İskoçya’da yapılan bir konferansta, burjuvazinin kontrol sistemi tartışılıyor:

“Birleşik Devletler, iç düşmanı kontrol etmek için araçlar geliştirmeye sıklıkla öncülük etmiştir.”

Fakat bu çok sınırlı kaldı. Doksanlı yılların sonunda Seattle’da yapılan ayaklanma, yakın zamanda gerçekleşen ve dünyaya yayılan George Floyd ayaklanması ve başka sokak eylemleri, ABD tekelci kapitalizminin, gerçekte kitleleri kontrol edemediğini ortaya koydu. Siyasi partiler çetesinden başka bir şey olmayan Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Partinin tüm engelleme çabalarına rağmen, halklar sisteme başkaldırdı. Yine aynı dönem Avrupa’nın birçok merkezinde yapılan halk ayaklanmaları ve kadınların küresel başkaldırısı, burjuvazinin halk üzerindeki denetimi yitirdiğini gösterdi.

Konferans’ta o sırada gelmekte olan eylem dalgası görülememiştir. Çok kısa süre sonra, kapitalist dünyayı altüst eden ayaklanmalar arka arkaya patlak verirken, ayaklanmaların hiçbiri kendi sınırları içinde kalmamıştır. Konferanstaki konuşmacılar, materyalist bakış açısına sahip olmadıkları için, dönem analizi çok yüzeysel kalmıştır. Gerçek durum şudur: Kapitalizm üretici güçleri elinden kaçırmıştır. Onları bir daha, kapitalist toplumun dar toplumsal yapısına sokamaz. Çok büyük olan üretici güçler ancak, toplum tarafından kolektif olarak denetim altına alınabilir. Üretici güçlerin en dinamik, en devrimci olanı insandır. Dolayısıyla, özel mülkiyet toplumu, hangi mekanizmaları kullanırsa kullansın, insanları kontrol edemez. Eski topluma başkaldıran ve yeni bir toplumu hedefleyen bu insanlara artık başeğdirilemez. Başeğmek yok, başkaldırı var.

Gerçekten burjuvazi, nasıl bir tehdit potansiyelinin olduğunun farkında. Devlet gücünü durmadan pekiştirmesi bunun göstergesi.

“... (eğer meseleler kontrolden çıkarsa yerkürenin yöneticisi tarafından desteklenen askeri gücün yedekte olması ile)” sermayenin güvenliği yeniden sağlanacaktır. Bu sadece Güney ülkeleri için değil, kuzey yarım küre ülkeleri için de geçerlidir. “Polis arabalarının düzen için ne kadar gerekli” olduğu bilinen bir durumdur. Altmış sonrası emperyalizm ve işbirlikçi sermaye güçlerinin Güney yarım kürede, isyan eden halka karşı nasıl sürekli güç kullandığı, askeri faşist darbelerin kitleleri sermayeye başeğdirmeye çalıştığını çok iyi biliyoruz. Özellikle doksan sonrası, emperyalist ülkelerde halk ayaklanmaları patlak verince, buralarda da, kitlelere karşı güç kullanıldı. Sermaye üretiminin tüm zamanları için söylemek gerekirse kapitalistler artı-emek ve artı-değer için her zaman güce ve zora başvurur. Sermayeyle emek arasındaki güç savaşıdır. İki karşıt güç arasındaki bu savaşı, burjuvazinin kaybedeceği ne kadar kesin ve netse, savaşın sonucunu emekçi sınıfın tayin edeceği o kadar kesin ve nettir.

Kapitalist düzenin, toplumsal üretici güçleri elinde kaçırması karşısında, burjuvazi neyi kontrol altında tutacak, neyi yönetecek. Daha fazla güce ve zora başvurarak, kaçan güçleri yeniden kendi denetimine alamaz. Gelinen tarihi aşamada, bunun koşulları artık yoktur. Üretici güçleri ve insanları güç ve zor kullanarak eski toplumu dar toplumsal yapıya sokmak çabası, umutsuz bir çabadır. Bu yöndeki her girişim daha şiddetli çatışmalara yol açar. Çatışma, toplum daha ileri ve daha yüksek bir topluma, daha üstün üretim ilişkilerine geçene dek sürecek.

Üretici güçleri, bir daha kendi denetimine alamamak üzere, elinden kaçıran burjuva sınıfın kendisiyle övünmesi, kapitalist üretim biçiminin, üretici güçlerin gelişmesi önünde ayak bağı olduğu gerçeğinin üstünü örtemez. Dolayısıyla burjuva partilerin kendini topluma umut olarak tanıtması, bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Dünyada daha çok sayıda insan kapitalizmin sonu ve sonrası hakkında yaygın bir görüş ortaya koyarken, burjuvazinin kendisi ile övünmesinin ne anlamı var.

Burjuvazi kendisiyle övünürken, işçi sınıfı ve emekçi halk, kapitalist düzeni yıkmak için, tüm kapitalist dünyayı eylem alanına çevirdi. Eski toplumu alt üst eden eylem dalgası otuz yıldır kesintisiz olarak sürüyor. Onlar kendileriyle övünürken, ezilen ve sömürülenler yeni bir toplumsal devrimler çağını başlattı. Fidel Castro’nun insanlığa dair düşlerim dediği emeğin evrensel kurtuluşu, insanlığın yeni ve insani bir tarihsel dönemi başlatması, devrim çağının ilerlemesiyle gerçek olacak. Burjuvazi kendisiyle övünürken, kapitalizmin ezdiği güçler, her yerde toplumsal devrime hazırlanıyor. İçinde olduğumuz dönemin olaylar bakımından tarihin en zengin dönemi olması bunun en net kanıtıdır.

C.Dağlı