Makale Dizini

Sanat tarihi sorununun çözülmesi ve bir sistematiğe oturtulması için, sanatsal gelişmenin kökeni sorunu anlaşılır hale gelmeliydi. Bu da ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru mağara duvarlarına çizilen resimlerin bulunmasıyla mümkün olabildi. 19. yüzyılın sonlarında Prineler’de en eski sanatın ilk anıtlarının, mağara duvarlarına çizilen resimlerin bulunuşuyla sırlar çözülmeye başladı. Buldukları karşısında şaşkına dönen kimi arkeologlar, bunların sahte olduğunu dahi söyleyebilmişlerdir. Bu anlamda arkeologların ve mağara araştırmacılarının sanat tarihine büyük katkıları olmuştur.

Sanat tarihi sorununun anlaşılmasında arkeolojiden sonra, en büyük katkıyı sunan alan etnografi olmuştur. Etnografi, sınıflı toplumlar öncesi, gentil toplumlar olarak yaşayan çeşitli halkların yaşayış biçimini inceleyen bilimdir. Arkeoloji ve etnografinin ardından, sanatın kökeni sorununda en büyük katkıyı dilbilimi sunmuştur. Dilbilimi, dilin gelişmesinin ilk evrelerini araştıran bir bilimdir. İnsanın dilini kullanmaya başlaması sanat alanında birçok gelişmeyi beraberinde getirmiştir.

Sanat tarihi konusuna şu soruları sorarak başlayalım. Sanat tarihi süreci bize neyi göstermektedir? Sanat tarihi neden farklı dönemlere ayrılmıştır? Sanat tarihinde değişime uğrayan şey nedir? Sanatsal etkinliğin kendi özü mü, yoksa yalnızca dış belirtileri mi? Sanat tarihi değişimi nasıl olmaktadır? Değişim anında geçmişle hiçbir benzerlik göstermez mi, hep bir yenileşme süreci midir?

Sanat tarihi konusunda bu ve buna benzer sorular 18. yüzyıldan itibaren sorulmaya başlanmış ve tartışmaların sonucunda yeni bir estetik bilimi dalı, yani sanat tarihi felsefesi doğmuştur.

Sanat tarihi süreci bize insanoğlunun sanatsal gelişimini göstermektedir. Sanat tarihini farklı dönemlere ayıran durum, insanlık tarihinde yaşanılan farklı tarihsel dönemlerin varlığının bir sonucudur. Her tarihsel dönem kendi gerçekliğine uygun sanatsal algılayışı yaratmıştır. Sanat tarihinde değişime uğrayan şey, sanatsal etkinliğin kendi özü değildir. Sanatsal etkinliğin özü nedir, önce onu cevaplayalım; insanın kendi dışındaki nesnel gerçekliği algılama ve onu tasarım yoluyla yeniden yaratma sürecidir.


İlkel komünal dönemde mağara duvarına çizilen hayvan resimlerinden bugüne yapıla gelen sanatsal etkinliklerin özünde bu gerçeklik saklıdır. Yani sanatsal etkinliğin özü değişmemiş ama onun dış belirtileri sürekli değişikliğe uğramıştır. Öz ve biçim arasındaki ilişki sürekli hareket halinde olmuştur. Sanatsal yaratım yöntemleri değişmiş, buna bağlı olarak sanatsal beğeni, her dönem kendini farklı biçimlerde ortaya koymuştur. Yaratan sanatçı ile tüketen kitle arasındaki ilişkiler sürekli değişmiştir. Peki, bu değişim nasıl olmuştur? Birinden diğerine geçiş biçiminde değil, bir durumun öbürüne dönüşmesi biçiminde olmuştur. Diyalektik bir tarzda evirilerek, değişen bir süreçtir. Sanat tarihinin değişime uğraması, kendinden önceki gerçekliği özümleme yöntemlerinden, yaratımlardan, düşünüş biçimlerinden tam bir kopuş biçiminde olmamıştır. Böyle olsaydı geçmiş çağların sanatı ileriki kuşaklar için anlaşılmaz olurdu. Dünyayı sanatsal olarak özümleme bir bütün olarak yadsınıp yerine yeni yöntemler uygulanmış olsaydı, önceki kuşakların ulaşmış olduğu deneyimler, başarılar, kazanılan ustalık yok olup giderdi. Buradan da anlaşılacağı gibi, sanat tarihi, kendinden önceki sürecin olumlu yanlarını alarak, kendini onun üzerinde geliştirmiştir. Bir sanatçının, sanatçılar tarafından kendinden önceki çağlara ait sanatsal üretimleri yeniden üretmek için uğraşması ne kadar yanlışsa, onları tamamen yadsıyarak, yepyeni şeyler yaratmaya yönelmesi bir o kadar yanlıştır. Eskiyi yaşatma çabaları kimi zaman denenmiş, ama hep fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Çünkü sanatsal kültürün hiçbir aşaması yinelenemez, yinelemeye kalktığımızda da taklitten öteye gidemez.

Bu soruya kafa yoran Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da, “zorluk, Yunan sanatının ve eposun belli bir toplumsal gelişme biçimine bağlı oluşunun anlaşılmasında değil, zorluk, bunların bize hala bir sanatsal haz verişinden, bir bakıma bir norm ve erişilmez bir örnek olmasından geliyor. (...) Yunan mitolojisinin yalnızca Yunan sanatının cephaneliği olmakla kalmayıp, o sanatı besleyen toprak görevini de yerine getirdiği bilinir.” Ama bugün bizler Homeros’u, Gılgameş’i ve onlar gibi daha kimi eseri okurken büyük bir haz duyuyoruz. Doğa güçlerinin insanlık tarafından egemenlik altına alındığı bir dönemde mitoloji neden etkiler bizi, gerçekten düşünülmesi gereken bir durumdur. Dağın zirvesinde oturan Zeus, onun haberlerini ulaştıran ayağı hızlı Hermes, insan kafalı, at vücutlu Hektorlar, denizler hâkimi Poseydon’un kabaran öfkesi, ölüler dünyasının karanlık bekçisi Hades ve daha birçok mitolojik kahraman neyi temsil eder bizim gerçekliği algılamamızda.

Tüm bu soruları kendine soran Marx, “insanlığın tarihsel çocukluğu, insanlığın en güzel açılıp gelişmesine ulaştığı o zaman artık bir daha geri dönmeyecek olan o gelişme aşaması, niçin bizi sonsuzluğa kadar büyülemekte devam etmesin? Huysuz çocuklar vardır ve büyük adam tavırları takınan çocuklar vardır. Antik çağın birçok halkları, bu kategoriye girerler. Yunanlılar normal çocuklardı. Onların sanatının bizi büyülemesi, o sanatın içinde büyüdüğü toplumun ilkel niteliği ile çelişki teşkil etmez. Bu büyüleme, tersine, o toplumun ürünüdür. Ve o sanatın doğmuş olduğu ve ancak doğabileceği yeteri kadar olgunlaşmamış toplumsal koşulların hiçbir zaman geri gelemeyeceği gerçeğine bağlı bir büyülemedir.”

Bir sanat yapıtına ölmezliği bahşeden olgu, o yapıtta cisimleşen duygu ve düşüncelerin, kalıcı olması ve her dönem yeniden üretilmesi ve insan bilincinde yaşamaya devam etmesidir.  

ÖNSÖZ, 5. Sayı, Güz ’06