Makale Dizini

Tek değeri daha fazla kar elde etmek olan kapitalizm, her şeyi olduğu gibi sanatı da pazar ilişkilerinin içine sokarak bir metaya dönüştürmüştür. Oysaki insanın öz etkinliklerinden biri olan sanat üretimi, pazar ilişkilerine en yabancı olması gereken yaratıcı bir süreçtir. Kapitalizmde sanatçı, pazara mal üreten bir üreticiden başka biri değildir. Sanatçının düşünsel üretimde bulunması için gerekli olan özgür ortam, her şeyin metaya dönüştürüldüğü, alınıp satıldığı, kapitalizm koşullarında yoktur. Artık sanatçıyı da ürününü de yöneten şey pazarın zorunlu yasalarıdır. Kimse ona ‘şunu yazacak, şunu çizeceksin’ demez, ama ‘pazarın görünmeyen eli’ her şeyi olduğu gibi onları da yönetir.

Kapitalizmin sanata yabancı olması ama aynı zamanda sanatın gelişmesine yol açması üzerinde durmak gerekiyor. Her toplumsal sistem gibi kapitalizmde, devraldığı eskinin yarattığı ayak bağlarından kurtulmak için ilk dönemlerinde, toplumsal gelişmede devrimci bir rol oynamıştır. Gelişme, kendini, önce Ortaçağ karanlığına karşı başlatılan Rönesans’ta, ardından da Fransız devriminin “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganında ifade etmiştir.

Teknik temeli devrimci olan kapitalizm, hızla, feodalizmin dar kalıplarını aşarak, yeninin her yerde önünü açmış, hızlı çalışan makineler, daha fazla değer birikmesine neden olarak, sermayenin büyümesini ve merkezileşmesini zorunlu kılmıştır. Bu, toprağa bağımlılıktan kurtulan köylülerin, ‘özgür köleler’ olarak azgınca sömürüsüne dayanılarak elde edilmiştir. Kilisenin bağnazlığından kurtulan bilim ve sanatın önü açılmış, sanatçılar özgürce eserlerini üretebilecek koşullara sahip olmuşlardır. Ama bu özgürlük, vaat edilen kadar uzun süremezdi, çünkü birbirine karşıt olan iki sınıf bu süreçte doğmuştu: Burjuvazi ve Proletarya. Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik bu iki sınıf arasında mümkün değildi, çünkü burjuvazi kendi mezar kazıcısını yaratmıştı.

Burjuvazinin yarattığı dünyanın farkına varan sanatçılar, ‘yitirilmiş düşler’ düzenine karşı sessiz kalamazlardı. Büyük umutlarla selamlamışlardı kapitalizmin yükselttiği bayrağı, ama o bayrağın, kısa zamanda gericileşeceğini beklemiyorlardı. Nasıl ki işçi sınıfı bir başkaldırıya giriştiyse kapitalizme karşı, sanat ve sanatçı da ayaklandı. İşçi sınıfının başkaldırı hareketi nasıl ki çeşitli evrelerden geçtiyse sanatta benzer bir yol izledi.

‘Yitirilmiş düşler’ düzenine ilk başkaldırı romantizmde ifadesini buldu. Romantizm küçük burjuva duyarlılığıdır. Bu duyarlılık doğrultusunda romantik sanatçılar kapitalizme eleştiriler yöneltmiştir. Romantiklerin ortak yanı, kapitalizme karşı duydukları nefret, açgözlülüğe karşı duyulan tiksinti idi. Kapitalizmin, metayı tek değer, çalışmayı en kutsal şey olarak göklere çıkardığı oranda, romantikler de insanın iç dünyasını, tutkularını yüceltmişlerdir. Romantizm, bir yandan dünyaya geniş bir pencereden bakmak isterken ve bakarken, diğer yandan da kapitalizmin yükselttiği yeni değerler karşısında, geçmişe dönüş özellikleri de gösteriyordu. Burjuva devrimin vaatlerini göremeyen birçok aydın, sanatçı, Napoleon’a övgüler dizdiler. Bu romantik akımın gerici özelliğiydi.

Kapitalizmin henüz tam egemenlik kuramadığı ülkelerde ise romantizm bir başkaldırıydı. Romantikler, feodal gericiliğe ve baskıya karşı halkı ayaklanmaya çağırıyordu. Romantizmin bu ikili yanına rağmen, ortak kimi özellikleri de yok değildir. Sanatçının kendini ait bulamadığı bir düzende yaşadığı iç tedirginlik, kapitalizmin yarattığı ortamın oluşturduğu güvensizlik, halka ve halk sanatına duyulan ilgi ve bireyin yüceltilmesi... “Almanya’da dürüst amaçlı bir takım romantik şairler günümüzden kaçıp geçmişe sığınmaya ve Ortaçağlara dönme özlemini duymaya yönelten şey, belki de günümüzün paraya tapıcılığından irkilmeleri, bencilliğin her yerde beliren çirkin yüzünden tiksinmeleriydi” (Heine)

Alman romantikleri, kapitalistlerden nefret ediyor, ama işçi sınıfına da güvenmiyorlardı, geleceğin toplumunu kuracak bir güç görmüyorlardı onlara baktıklarında, o nedenle de geriye bakıyor ve derebeylik dönemine dönüşü istiyorlardı.