Makale Dizini

Doğalcılık

Doğalcılığın ilk başlatıcısı Madam Bovary adlı eserin yazarı Flaubert’tir. Flaubert’in eserlerinde burjuva dünyasının bayağılığına, aptallığına, kötülüğüne büyük bir tepki vardır. Bu tepki tüm bir topluma duyuluyordu. Bu da insanlar karşısında yaşanılan bir düş kırıklığından başka bir şey değildi. “İnsanlığın değişmez barbarlığı karamsarlık içinde bırakıyor beni. Çağdaşlarıma duyduğum yoğun tiksinti beni geçmişe itiyor...”

Doğalcılığın bir diğer temsilcisi Zola’dır. Zola için, insan, var olan koşulların öznesi olmaktan çok nesnesiydi. Zola, toplumsal yoksulluğu, kapitalizmin yarattığı çöküntüyü acımasızca eleştirirken, bu sorunun çözümünü bulamamış, yeni bir sınıf olan proletaryanın devrimci yanını kavrayamamıştır. Düşüncelerini siyasallaştırmaktan kaçınmış ilk kez Dreyfus duruşması için İtham Ediyorum’u kaleme almıştır. “Bugünün gerçeklerinin ayrıntılarıyla incelenmesinin ardından yarının gelişmesine bir göz atmak gerekir.” sonucuna vardı ve Zola’nın bu görüşü toplumcu gerçekçiliğin habercisi oldu. “Bütün umut halktan yana olan yarının güçlerindedir.”

Kapitalizmin çirkinliklerini, insanlık dışı yanını gören doğalcılık, gelişen proletaryanın yeni toplumu kuracak bir sınıf olarak henüz kendini ortaya koyamamasından ötürü, çözüm umudu olmadan ele almıştır insanlığın sorunlarını. Doğalcılık gelişmesi içinde iki farklı tavrı beraberinde getirmiştir. Doğalcılığın güçlü olan yanına vurgu yapan yazarlar, toplumculuğa yönelirken, zayıf yandan yana tavır alanlar kadercilik, simgecilik, gizemcilik, dincilik, tepkicilik gibi biçimlere yönelmişlerdir.

Fransız Devrimi “eşitlik, özgürlük, kardeşlik”, 1848 Devrimi ve Paris Komünü... Bu devrimlerin birbiri ardı sıra gerçekleştiği dönemde, sanat ve edebiyatın bu süreçten etkilenmemesi beklenemez. Sanatçılar, bu altüst oluş döneminde yan tutmak zorundaydılar; ya emekçi sınıfla birleşmeleri gerekiyordu ya da tepkiciliğe yönelmeleri. Bir üçüncü yolda yok değildi: Nihilizm.

Yabancılaşan sanat ve sanatçı artık gerçekliğin bütünsel yanını göremez duruma gelmiştir. Burjuva sanatın en önemli özelliklerinden birisi insansızlaştırmadır. İnsanın nesne durumuna düşmesinin bir sonucudur. Sanatın en önemli konusu olan insan, onun bir figüranı duruma gelmiş, insanın ortada olmadığı eserlere büyük değerler verilmiştir. Şairin kendini şiirinin dışında tutması, eserde kişisizleştirme, bilinçaltının dilini doğurmuştur.

İnsan artık somut yaşayan insan değil, bilinçaltının oyunlarının yarattığı insandır. Edebiyat ve sanatta insansızlaştırma, Amerika’da gelişen dehşet romanlarının doğmasına neden olmuştur. Bu romanlar insana düşmandır, insana karşıdır. Bunlarda insan hiçtir, başarı her şeydir. Başarı denilen şey de kapitalizmin her ne yoldan olursa olsun elde edilen başarısıdır.

İnsanın ve dünyanın parçalanması sanatta sık sık dile getirilen konulardandır. Parçalanma, kapitalizmin gelişimiyle, makineleşmenin yarattığı, üretim sürecinde, insanın parçalanması sorunudur. İnsan artık parça insan durumundadır. Bütünselliğini kaybetmiş, ürettiği ürünlerde kendi varlığını bütünsel olarak bulamaz olmuştur. Baudlaire, Alan Poe gibi şairler bu parçalanmış dünyayı anlattılar. Parçaları düş gücüyle ayırır yeniden ona biçim verirler.

Gerçekliği gizlerle, mistik unsurlarla örten gizemleştirme, burjuva sanatın bir başka özelliğidir. Gizemleştirmede yabancılaşmanın yarattığı bir sonuçtur. “Bir yandan dayanılmaz derecede karmaşık bir gerçekliği yalınlaştırma, onu temel özüne indirgeme isteği, bir yanda da insanları maddi değil de temel insan ilişkileriyle bağlıymış gibi gösterme isteği sanatta ‘mit’i, efsaneyi yaratır. Klasik sanatın eski mitlerden yararlanışı sadece biçimseldi. Romantik sanat ise, burjuva toplumun yavanlığına başkaldırırken ‘salt tutku’yu, aşarı, özgün ve değişik olan her şeyi anlatmak için mitlerden yararlanmayı seçti. Gerçekte geçerli olan bu yöntemin sakıncası, daha başlangıçta, tarih içinde gelişen insana karşı tarih dışı ‘öz insanı’, ‘zamanla koşullu’nun karşısına ‘değişmez’i çıkarmasıdır.” (Sanatın Gerekliliği, s.94)

Ernst Fisher’in sözlerinden de anlaşılacağı gibi, gizemleştirme ve mit yaratma, toplumsal sorumluluktan kaçmayı sağlıyordu. Toplumsal ödevler, çeşitli kahramanlara, doğaüstü güçlere bırakılıyordu. Mitlere dönenler, gerçekliği zenginleştirdikleri, hayal gücünü sınırsızca kullandıklarını iddia ederler ama gerçekte onlar gerçekliği yoksullaştırırlar. İnsanı toplumdan kopararak, onu yalnız, alınyazısı karşısında güçsüz, herkesten uzaklaştırılmış, yalnız bir varlık durumuna getirirler.

Sanatın ve edebiyatın toplumsallıktan çıkması, kaçış konusunu işlemesiyle sonuçlanır. Her türlü toplumsal bağlardan, sorumluluklardan kaçmak edebiyatın konusu olmuştur. Sanatçıların ve yazarların toplumdan kaçışı, endüstrinin gelişmesiyle, oyalama sanatının önünü açmıştır. Artık kasetlerin, kitapların bol miktarda basılıp dağıtıldığı koşullarda, hızlı ve bol miktarda üretim belirleyici olmuş, ucuz sanat kendine piyasada yer edinebilmiştir. Şu anda televizyonlardan, kitap raflarından, dijital ortam üzerinden bizlere sunulan, adına sanat denilen şeyler, ucuz sanatta hangi aşamaya geldiğimizin göstergesidir.

ÖNSÖZ, 5. Sayı, Güz ‘06