Olağanüstünün olağanlaştığı bir çağdayız. Yeni kuşaklar bu olağanüstü şartlara açıyor gözünü. Haliyle geçmiş “olağanı” nereden bilsin! Olayların dingin, gelişmelerin alelade seyrinde olduğu geçmiş devirlerle bugünü nasıl kıyaslasın! Günümüzün “büyük altüst oluş çağı”, “devrimci sıçramalar çağı” olduğunu nasıl idrak etsin!1

 Gelişmeler çok hızlı. Olayları ayrıntılı ele almak, çözümlemek şöyle dursun, takip etmek bile insanüstü çaba gerektiriyor.2 Bir yerdeki olguyu ele alıyorsunuz, daha bitirmeden bambaşka bir yerde bir dizi başka gelişme çıkıyor ortaya! Çağımızın sorunları öylesine iç içe geçmiş ki, Lenin’in bir zamanlar haklı olarak söylediği gibi “yüz tane Marx gelse bu sorunları çözemez!” Devrimler ve savaşlar dizisi “iletişim hızıyla” dolaşıyor yerküreyi.

Bir toplumsal sistem olarak kapitalizmin hem maddi şartlarının olgunlaşması hem de doğuşu vahşi savaşlarla el ele gitti. Emperyalist-kapitalizm ise savaşları tüm yerküreye yaydı, dünya savaşını yarattı. Kapitalizmin çöküşü çok daha vahşi savaşlarla el ele gerçekleşiyor!3 Latinler’den Güney Çin Denizi’ne, Kore Yarımadası’ndan Afrika Boynuzu’na, Donbass’tan Ortadoğu’ya, Afganistan’dan Keşmir ve Hint Okyanusu’na, Basra Körfezi’nden Kuzey Afrika’ya ve Sahra Altı ülkelerine kadar, milyarlarca insanın yaşadığı coğrafya, savaşlar ve çatışmalarla, kanlı terör eylemleriyle, olası savaş gerilimleriyle, darbe girişimleriyle boğuşuyor.4 Bu zincire artık yakın savaş tehdidi olarak İran meselesi eklemlenmiş bulunuyor.

Dubya (ABD eski başkanı oğul G.W. Bush) “Büyük Ortadoğu Projesi”ni ilan ettiği zaman danışman Condi’nin (Condoleezza Rice) dilinden düşürmediği “yaratıcı/yapıcı kaos” teorisi5, Afganistan ve ardından Irak savaşlarıyla uygulamaya konulmuş; yüz binlerce insanın hayatına malolan (kimi kaynaklara göre 2 milyonu buluyor) savaş cehenneminin kapıları ardına kadar açılmıştı. Daha 2003’te, Irak savaşı başlamadan önce Dubya, İran’a saldırı hayalini Şubat’ta dile getirmişti. Tarih Beyaz Saray’dakilerin hayallerine uygun ilerlemedi. Irak tam bir bataklığa dönüştü.6 “Arap Baharı” dönemi boydan boya kesen bir şerit oldu. İsyan dalgalarının ortasında emperyalistler henüz bir devrimci kalkışmanın olmadığı Libya’ya çullandılar. Ardından olaylar Suriye’ye sıçradı. 8 yıldır süren Suriye iç (ve dış) savaşı başladı. Bu arada Sudan’da devrim patlak verdi... İran’a bir türlü sıra gelemedi.

 

Büyük Yalanlar Çağı

Savaşlar için büyük yalanların zorunlu olduğu bir çağdayız. “Kamuoyu” denilen mefhumu yönlendirebilmek için gittikçe artan büyüklükte yalanlara ihtiyaç duyuyor sermaye. Örneğin 2. Dünya savaşını başlatan Gleiwitz olayı yahut ABD’nin Vietnam’da fiilen savaşa girmesine yol açan Tonkin Körfezi olayı gibi. Irak’ın işgali öncesi Colin Powell’ın BM toplantısında “kimyasal silah” diye elinde sallayıp durduğu deney tüpü hatırımızda hala.

Örnek çok. Mesela Suriye’de Duma’da ve Doğu Guta’da (Nisan 2018) “rejimin kimyasal saldırısı” hikayesi var. Ki buna dayanarak füze yağmuruna tuttular Suriye’yi. Yakın zamanda açıklanan araştırma komisyonu belgesi farklı bir gerçeklik sunuyordu. Kimyasal saldırı yapılmamıştı. Ama olsun, sonuçta Trump füze yağmuruna tutmuştu bile Suriye’yi!

Çağ değişiyor, dünya değişiyor. İnsanların, yığınların bilgiye ulaşım imkanları devasa boyutta. Olaylar, niyetler, gelişmeler gizlenemiyor çoğu zaman. Yalanlar çabucak çıkıyor ortaya. Daha büyük mizansenler, daha sarsıcı hilebazlıklar gerekiyor geçici şaşkınlıklar yaratmak için. Ama bu olumluluğun bir de olumsuz yönü var. Yönetimlerin ar damarları tamamen çatlıyor, aleni yalanlar söyleyip hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ediyorlar. Artık “skandal” falan umurlarında değil. O anlık ihtiyaçları olan ortamı yaratıp işe koyulmak tek amaçları. Bunun için de korkunç yalanlar söylüyor, korkunç suçlar işliyorlar. Bu yalanlara dayanarak savaşlar başlatıyorlar. Yıkımlar, ölümler...

İran konusunda şimdilerde ileri sürülen yalan, “botlara füze yerleştirme görüntüleri var elimizde” ve “İran’ın bölgedeki etkinliği tehlikeli şekilde tırmanışta” şeklindeydi. Bunu “bir saldırı hazırlığı” olarak ele alıyordu ABD. Üstelik Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’a ait 4 ticari gemiye sabotaj muamması da tam bu sıralarda meydana gelivermişti! Oysa İngiliz general “İran’dan gelen tehdidin arttığına dair bir delil yok” diyordu.

Yalan olmasına yalan tüm bu söylenenler ama, sonuçta gerilim tırmanıyor, yığınak kesintisiz devam ediyor. Bir uçak gemisi, fırkateynler, füze gemileri, Bahreyn’de 5. Filo, 4 adet B52, hücumbotlar, denizaltılar... Bir dünya silah ve asker yığılıyor bölgeye. Washington bu yığınağın ilk nedeninin, “İran ile savaşa girmek değil, İran'ı olayları askeri yönden tırmandırmaktan, Körfez ülkelerine veya ABD'nin bölgedeki çıkarlarına saldırıya kalkışmaktan caydırmak” olduğunu iddia ediyor. Dünyanın bir ucundan kalkıp gel, devasa bir askeri gücü yığmaya başla; sonra da karşındakine “olayları askeri yönden tırmandırmaman için yığdım bu askeri kuvveti” de! Gülünç ama durum kabaca böyle!

 

Washington’da Karmaşa Hüküm Sürüyor!

ABD’den karmakarışık açıklamalar geliyor. Tıpkı Kore ve Venezuela olaylarında olduğu gibi. ABD nükleer anlaşmadan çekildi, ama İran “bu durumda anlaşmanın kimi maddelerini askıya alıyoruz” deyince, Beyaz Saray bunu neredeyse “savaş sebebi” saydı! Yani kendi iptal ettiği anlaşmaya İran’ın uymasını şart koşmaya kalkıyor! Sonra İran Devrim Muhafızlarını terör örgütü listesine aldı! Bu, tarihte bir ilk! Kararın kendisi başlı başına bir “savaş ilanı” demek, ama Trump “savaş istemiyorum” dedi!

“Savaş istemiyoruz” açıklamaları, “Pentagon’dan 120 bin kişilik asker gönderme planları istendi” açıklamalarına karışıyor. 7 Mayıs’ta CIA merkezinde gizli toplantıda CENTCOM komutanı McKenzie “Kays ElHazali (Irak Kataib Hizbullah lideri) ElTanf'a saldırırsa Devrim Muhafızları üssünü vururuz” diye tehdit savuruyor. Eski CIA şefi Petraeus, İran’a “el yükseltme, dişini sık ve 2020 Kasım’ındaki başkanlık seçimini bekle, yoksa her şey daha kötüye gidiyor” diyor. Bu karmaşaya psikolojik savaş diyenler var. Kimilerince Trump yönetiminin bu tavrı uluslararası arenada “öngörülemez olma caydırıcılığı” denilen tarz-ı siyasete yoruluyor. Her harekette bir hikmet arayanlar için böyle görmek olağan. Ama üst üste yaşanan başarısızlıklara bakacak olursanız, tüm bu karmaşanın “çöküş sürecinin olağan sonuçları” olduğunu düşünmek çok daha isabetli olur.

Peş peşe dillendirilen çağrıları sıralamak bile karmaşa ve gerilim durumunun sıcak çatışmalara ne denli yakın seyrettiğini ortaya koyar: ABD, bölgede uçacak yolcu uçaklarını uyardı. Irak’tan personel çekme kararı verdi. Irak’taki petrol tekelleri de art arda elemanlarını çekme kararları aldı. Bahreyn başta, Körfez ülkeleri de yurttaşlarına benzer çağrılar yapıyor. Körfez İşbirliği Konseyi Suudilerin çağrısıyla 30 Mayıs’ta Mekke’de toplanıyor. Suudi Dışişleri Bakanı tehdit açıklamaları yapıp duruyor... Tüm bunlar saldırı öncesi önlemlere benziyor.

Askerlerin de kafası karışık: İran'a karşı neler yapılacağını bilmemiz lazım. Amacımız İran'ın kendisi mi yoksa İran'a bağlı milisler mi? Elimizde İran'a direk bir saldırıyı meşrulaştıracak kesin belge var mı? İran'a saldırının düzenlenmesi için bu konuların netleşmesi lazım. Ancak böyle bir veri görmedik!”

Trump “tehdit diplomasisi” yapıyor veya öyle görünmek istiyor. Tehdit ve hatta şantaj üzerinden rakibinin uzlaşma masasına gelmesini, avantajlı bir anlaşmaya varılmasını hedeflediğini söylüyor.7 Bugüne kadar bu yönteme sıklıkla da başvurdu. Fakat Ortadoğu öyle masabaşı planlara pek uymaz. Kırk tilkinin dolandığı coğrafya orası. Planlanmış bir saldırı yoksa bile, durumun bizzat kendisi “kazara savaş” ihtimalini artırıyor! Beklenmedik bir anda bir yerlerde füzelerin uçuşması, bombaların patlaması, devasa savaş makinelerini harekete geçirmeye yeter.

 

Yalnız Kovboy!

ABD geçmiş savaşlarda sadık müttefiklerini hep yanında buldu. En başta İngiltere olmak üzere genel olarak emperyalist ülkeler ya aktif destek verdiler, ya sözlü destek açıklamaları yaptılar. Ama bu defa İran meselesinde açıktan karşı çıktı diğer emperyalistler.

En başta İngiltere, “İran tehdidi istihbaratı” meselesinde alenen yalanlamaya gitti. İngiliz Dışişleri “hükümetimiz çatışma ve istenmeyen tırmanıştan endişe duymaktadır” derken, Alman Dışışleri “çatışma görmek istemiyoruz” ve Fransız Dışişleri “Avrupa İran nükleer anlaşmasını destekliyor” dedi.

Pompeo Brüksel ve Soçi görüşmelerine gitmeden önce sürpriz bir şekilde Irak’a uğradı: Iraklı liderlere Irak’ın bağımsız ve egemen bir ulus kalmasını garanti etmeye devam edeceğimize dair güvence vermek istedim.” Burada da istediği sonucu alamadı. Irak, “büyüyen İran tehdidi” tanımlamasını reddetti. Böylece Washington’ın İsrail ve Körfez gericiliği dışında elinde kimse kalmadı. Kuşkusuz tüm bunlara rağmen bir savaş patladığında dengeler değişir, yeni bloklar oluşur. Ama şu anda mevcut durum, çöken bir hegemonun hazin görüntüsüdür! Amerikalı komünistlerin söylediği gibi eğer Pompeo-Bolton-Abrams haydutları, Trump’ın birkaç tweetinin ve gönderdikleri savaş gemilerinin dünyanın geri kalanına diz çöktüreceğini düşünüyorsa, yeni gerçeklikle yüzleşmeleri gerekiyor.”

Bu sıkıntılı durum içeride bir kez daha “şahinleri” (Bolton, Pompeo, Shanahan, Abrams vb) hedef haline getirdi.8 Özellikle Venezuela’daki başarısız 30 Nisan darbe girişiminden sonra bariz hale gelen çekişme tekrar su yüzüne vurdu.

Diplomasi alanında İran daha avantajlı.9 Dışişleri Bakanı Zarif yoğun mesaideydi bu süre zarfında. Önce Avrupalılara baskı yaptı. “İran’ın ekonomik ilişkilerinin normalleşmesi gerekiyor. Eğer uluslararası toplum ve anlaşmanın üye ülkeleri ile Çin ve Rusya gibi dostlarımız, bu icraatın korunmasını istiyorsa, İranlıların fayda göreceği somut adımlarla güvenceye almalı” dedi. Çin doğrudan İran’a destek açıklaması yaptı.

Bununla sınırlı kalmadı İran. ABD’ye seslenerek “acil durum masası” kurulmasını önerdi: İran ve ABD'nin en yüksek makamları savaş ihtimalini reddetti ancak üçüncü oyuncuların, dünyanın büyük bir bölümünün viraneye dönmesi için aceleleri var. İran ile ABD'li yetkililer arasında acil durum masası kurulmalı. Bu masanın özel işi, gerginliğin idaresi olacaktır.” Ve bu diplomasiyi “gücünden emin” görüntüsünü tamamlamak için tehditlerle10 tamamladı: “Savaş çıkmayacağından eminiz çünkü ne biz savaş istiyoruz ne de bölgede kimse İran'ın karşısına çıkma fikrine ya da yanılsamasına sahip!”

 

İran Cephesinde Durum

İşin “dış cephesi” bu minvalde gidiyor. Peki ya İran’da durum nasıl? Ekonomik yaptırımların etkileri neler?

İşin aslı ekonomik yaptırım meselesi yeni değil. 40 yıldır çeşitli düzeylerde yaptırıma maruz kalıyor İran. Nükleer anlaşma sonrası yaptırımlar kalktığında ekonomik canlanma hemen kendini hissettirmişti. Türkiye kadar nüfusa sahip olan İran’ın ekonomi büyüklüğü Türkiye’nin yaklaşık yarısı kadar.11 Satınalma gücüne göre (2017 verileri) dünyanın 18. büyük ekonomisi. Gelir dağılım eşitsizliğinde orta sıralarda. Bu son yaptırımlar sonrası durum hızla bozuldu tabii.

Cumhurbaşkanı Ruhani ABD yaptırımları yüzünden ekonominin, Irak savaşı döneminden (1980-1988) daha kötü olduğunu itiraf ediyor: “Savaş zamanında sadece silah ambargosu vardı, bankalarımız, petrol alışverişlerimiz devam ediyordu.” Yaptırımlarla birlikte ekonomide sarsılmalar meydana geldi. Ekonomi ciddi küçülme (neredeyse %4) eğiliminde. İşsizlik %12, genç işsizlik %40, enflasyon %40’a dayanıyor. Petrol ihracatı 2.5 milyon varilden 1.5 milyon varile düşmüş durumda. Gençler arasında Türkiye’ye gitme eğilimi yaygın. Sınai işletlemelerin %60’dan fazlası kapandı, nüfusun %40’ı yoksulluk sınırının altında, ciddi ekonomik sıkıntılar yaşanıyor. Yaygın işsizlik nedeniyle işsizlik sigortasına yönelim sonucu sosyal güvenlik sistemi iflas edebilir.”

Dinci diktatörlük en temel demokratik hakların yok sayıldığı despotik bir rejim. Kadınlar ortaçağdan kalma yasalara uymaya zorlanan ikinci sınıf yurttaş muamelesi görüyor. 11 yaşındaki kız çocukları evlenmeye zorlanıyor. Haremlik selamlık uygulamaları var. Bu baskılar özellikle kadınlar arasında isyanlara yol açıyor. Kadınların cesur başörtüsü eylemleri sık sık yansıyor basına.

Rejim etnik ve ulusal azınlıkların en temel haklarını acımasızca baskı altına alıyor, tıpkı dini azınlıkların haklarına yaptığı gibi. (Basına yansıya Rojhilat Kürtlerine dönük saldırı, baskı ve idam haberleri anımsansın.)

Peki işçi sınıfın durumu nedir? 20. yüzyılın en geniş kitlelerin katılımıyla gerçekleşmiş bu “kent devriminin” asıl taşıyıcıları işçiler nerelerde?12

 

Gerçek Düşman İçerde

Medyada pek yer bulamıyor ama, işçiler yaygın bir şekilde eylemdeler. Kasım 2018’de, Huş kentinde Haft Tepeh şeker fabrikası işçileri eyleme çıktılar. Kadınlar ön plandaydı. “Kahrolsun tiranlar”, “Birlikteyiz, korkmuyoruz”, “Ne zindan ne tehdit, artık sökmüyor” sloganları atıyorlardı. Tüccarlar ve çarşı esnafı da işçilerin eylemini destekliyordu. (Sınıfın sürükleyici gücü!) 19 işçi tutuklandı. Ama asıl dikkat çeken nokta şu. Eylemci işçiler “gerçek düşman burada/içerde” diyorlar! Bir dış savaşla (hadi adını tam koyalım, bir emperyalist saldırı ile) karşı karşıya olan bir ülkede işçilerin bu düzeyde gelişkin bir şiarı ileri sürebilmesi başlı başına umut verici bir durumdur!

Durumu tam kavramak için hatırlatalım. İran’da sendika yok. Bir nevi korporatif yapı oluşturulmuş. Çalışma koşullarını düzenleyen bir “İslami Emek Konseyi” var. Çalışma Bakanı, patronlar ve seçilmiş işçilerden oluşuyor. Sendika kurmak yasak! Yasaklara rağmen 6 tane bağımsız sendika var. Fiili olarak kurulmuş, fiili olarak mücadele yürütüyor; yani yasal değil. Sistem tarafından tanınmıyor. Pek çok sendikacı zindanda veya sürgünde. Sendikal faaliyet devlet tarafından yeraltına inmeye zorlanmış. Ağır hapis cezaları yaygın. Sendikal faaliyetten bile 10 yılı aşkın cezalar uygulanıyor. Buna rağmen mücadele sürüyor. Ve işçiler işte böylesine yoğun baskı ortamında hapsi göze alarak eylem yapıyor ve “gerçek düşman içerde” diyor!

İran Makine ve Metal İşçileri Sendikası, Çalışma Bakanı’na sesleniyor: “Aç bir mide mahkeme kararıyla susturulabilir mi? Bakanın ülkemiz işçilerine verdiği mesaj bu mudur? [Bakan] Şeriatmedari ve Çalışma Bakanlığı, sendikaları ve açlık içindeki işçileri daha fazla bastırmayı mı istiyor? Grev ve protestolar işçilerin ve tüm İran halkının hakkıdır. Bu haktan vazgeçmeyeceğiz.”

İran toplum ve emek düşmanı neoliberal ekonomi politikaları uygulamaya koyuyor. Baskıcı ve yozlaşmış devletin uyguladığı bu özelleştirme dalgasını görmekten ötürü kızgınız. Bu bizim felaketimiz olan acı reçetedir. Ücretlerin ödenmemesi yüzünden grev ve eylem yapmaktan başka çaresi yok işçilerin. Karınlarını doyurmaları gerek. Güvenlik güçleri İran işçilerinin meşru taleplerini sonsuza kadar bastıramaz. İran devleti bağımsız sendikaları kabul etmek zorunda!”

2017 sonlarında başlayan 2018’de devam eden yaygın protesto eylemleri oldu. 80 kente yayılan bu eylemleri vahşi bir şekilde bastırdı dinci diktatörlük. 2018 sonlarından itibaren çelik, otomobil ve şeker üretimi gibi kilit sektörlerde grevler gerçekleşti. Neoliberal özelleştirme politikalarına, ekonomik zorluklara ve katlanılmaz hale gelen yolsuzluğa karşı gelişti bu eylemler. Protestolar çoğu zaman “Allaha düşmanlık” olarak yaftalanıyor ve idam cezası ile soruşturuluyor.

Ahvaz’da 2018 Kasım’ında çelik işçilerinin eylemine polis ve Devrim Muhafızları saldırdı, 41 işçi tutuklandı. Haziran’da da işçiler greve çıkmış yine saldırıya uğramışlardı.

Bu 1 Mayıs’ta toplumun tüm emekçi kesimlerinin katıldığı gösterilerde, İran parlamento binası önünde çok sayıda işçi gözaltına alındı. İşçiler ağır bedellere rağmen sık sık eylemler yapıyorlar; çünkü bir sendikacının söylediği gibi “Yabancı yatırımı çekmek için emek maliyetini düşürme ve özelleştirme programını yoğunlaştırıyor hükümet. Her yer ücretlerini alamayan işçilerle dolu.”

Bu “fiili sendikalar”13 ve komünist işçiler sınıf içinde etkin konumda. Ülkedeki diktatörlük karşıtı tüm toplumsal güçleri bir araya getirecek bir cephe kurmaya çalışıyorlar. “İşçi sınıfının etkin yer aldığı ilerici solcu güçlü bir birlik” diye ifade ediyorlar bunu. “Emperyalist saldırganlığa karşı ulusal birlik” türünde sosyal-şoven zırvalara prim vermeden, “gerçek düşman içerde” diyerek hazırlanıyorlar bu sürece.

Sinan KALELİ

--------------------------------------------------------------------

1C. Dağlı 20 yıldır eski ve yeni kuşaklara içinde bulunduğumuz “olağanüstü çağı” kavratmak için yazıyor. İ.Cevat Çetiner “devrimci durum” üzerine altı bölümlük çalışmayla bunu anlatıyor. Keza Özgür Güven, olgulara dayanarak iç savaş sürecini kavratmaya çalışıyor. Umut Çakır, yazılarında sosyolojik ve toplumsal-psikoloji açısından bu sıçrama çağının görüngülerini çözümlemeye çalışıyor. Burada ayrıca çeyrek asır öncesinden bir makaleye, Uğur Gündüz’ün “Devrim Kolektif Dehadır” makalesine özellikle işaret etmekte fayda var.
2Burjuvazi kendi “yeni çağına” ayak uydurdu bile. Ekonomi başta olmak üzere pek çok alanda işi algoritmalar üzerinden sonuçlar çıkaran yapay zekalara bırakmaya başladı. İnsanların beğenileri ne yönde gelişiyor, hangi yaş kuşağı nelere ilgi duyuyor, hangi coğrafya ve kültür insanını neler cezbediyor... tüm bu ve benzeri davranışlar algoritmik yazılımlarla tespit ediliyor, ona göre ürünler, pazarlama yöntemleri geliştiriliyor. Siyaset ve kültürel doku açısından da geçerli aynı şeyler. “Algoritma diktatörlüğü” gelişiyor!
3Coğrafi keşifler ve tüm Amerika kıtasını yakıp yıkan savaşlar sonrası Avrupa’ya akan altınların, ticaretin gelişmesindeki ve kapitalist üretim ilişkisinin doğuşundaki rolü muazzamdır. Daha sonraki tüm sömürge savaşları kapitalizmin ayrılmaz bir bileşeni oldu. Emperyalist paylaşım savaşları ise (1. ve 2. dünya savaşları) 65-80 milyon insanın hayatına ve korkunç bir doğa yıkımına yol açtı. 2. paylaşım savaşının bitiminden (1945) günümüze kadar geçen sürede ise 60 milyon insan hayatını kaybetti.
411 Eylül provokasyonuyla başlayan süreci “3. Dünya Savaşı” olarak adlandırdık, bunun kapitalizmin sıçramalı çöküşü ve küresel ölçekte yüz milyonların kapitalizme başkaldırışı (“yeni evre” adını verdiğimiz olgu) ile arasındaki ilişkiyi çok çeşitli açılardan ele aldık. Leninist yazın bu konuda son derece zengin. Gelişmeleri hala sadece “enerji savaşları” vb. olarak ele alan burnu havada sığ profesörler topluluğunun ve ortalama solun, Leninist yazındaki kavramları kullanmaksızın süreci kavrama, açıklama ve anlatma şansları yok!
5Alman asıllı ABD’li felsefeci Leo Strauss’a atfedilen, “statükoya bağlı kalınarak güçlü olunamaz, tam tersine onu bozmak, kitleleri kaosa sürüklemek gerekir, güç oradan doğar” şeklinde özetlenebilecek düşüncenin siyasete uyarlanmasıdır. Burada Sudan’dan İran’a, Irak, Lübnan ve Filistin’e ayrı ayrı değinilen bir siyasi ajandaya dair ilgi çekici bir değerlendirme yapılıyor: “Washington’da Leo Strauss’un öğrencileri, aşırı sabırsızlıkla kaoslarını Sudan’dan Suriye ve İran’a yayma hayali kuruyorlar. Bu geçiş döneminde artık mevzubahs olan ‘piyasa demokrasisi’ değil, sadece kan ve gözyaşıdır.” Bu kaos yandaşlarının politikalarının sonuçlarına dair, bir Dünya Bankası eski çalışanı iktisatçının kaleminden güncel bir değerlendirme için bu yazıyı okuyabilirsiniz. ABD ve dolar egemenliğinin çöktüğünü, “ABD’nin son nefesini vermekte olduğunu” eğlenceli bir üslupla anlatıyor.
6Ayetullah Ali Hamaney’in o dönemde “Irakta’ki ABD kuvvetleri bizim rehinelerimiz” dediği rivayet edilir!
7İran Cumhurbaşkanı Ruhani, bu çağrıları reddetti. “Müzakereden yanayız ama tehditle müzakere masasına oturmayız mealinde” konuştu. Ayrıca BM Büyükelçisi Macit Revanci “tehditlere dayanan bir diyaloğu kabul edemeyiz” dedi. Trump ise İran’ın bu tavrından ötürü Dışişleri eski bakanı John Kerry’i suçladı. “İran beni arayacaktı ama Kerry onlara aramamalarını söyledi” diye tweet attı ve eski bakanı 1799 tarihli Logan Yasasını delmekle suçladı, kovuşturmayla tehdit etti.
8Özellikle Bolton savaş kışkırtıcılığında her taşın altından çıkıyor. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren İran’a saldırı taraftarı çıkışıyla bilinir Washington’da. Paris’te, 2017’de, “Özgür İran” konulu bir salon etkinliğinde yaptığı konuşmada “ABD’nin ilan ettiği politika, Tahran’daki molla rejiminin devrilmesi olmalı… Rejimin davranışı ve hedefleri değişmeyecek, bu yüzden tek çözüm rejimin kendisini değiştirmektir” diyordu. Bu ve benzeri konuşmalar ayrıca iyi bir gelir kaynağı Bolton için. Sadece bu tür konuşmalardan 180 bin dolardan fazla para kazandı.

9Bir not da Türkiye için. Türkiye belli bir süredir Washington ile limoni. İran konusunda da yan yana durmuyor iki ülke. Chossudovsky 9 Mayıs’ta yayımlanan dikkat çekici bir yazısında “ABD-Türkiye-İsrail üçlü ittifakı öldü, şimdi yeni Rusya-Türkiye-İran üçlü bağlaşığı doğuyor” diyor. ABD’nin olası İran saldırısının Türkiye olmadan başarılı olamayacağını, resmi NATO üyesi Türkiye’nin “düşmanla aynı yatağa girdiğini” belirtiyor. Kimi noktalarda fazla iddialı (NATO’dan çıkma vb) ama mutlaka okunması gereken bir yazı.

10Devrim Muhafızları komutanı, “eskiden 6000 personel ve 40-50 savaş uçağı taşıyan bir uçak gemisi bizim için bir tehdit idi, şimdiyse sadece bir hedef” dedi. Kasım Süleymani Irak’taki İran yanlısı grupların savaşa hazır olmalarını istedi.

11CIA’nin resmi sitesinde Türkiye ile İran’ı karşılaştırmak ilginç. 2017 verilerine göre kimi alanlarda İran ekonomisi Türkiye’den daha iyi durumda!

12İran devrimi bir kent devrimidir. İşçi sınıfı etkin rol almıştır bu devrimde. Mollalar, sınıfın gücünün farkındadır ve devrimin ilk yıllarında son derece esnek davranmak zorunda kalmışlardır. 1979’da devrim gerçekleştikten sonraki ilk 1 Mayıs’ta Humeyni şunları söylemiş: “İşçiye sadece bir günü adamak, nura veya güneşe sadece bir günü adamak gibidir. Her gün nura ve güneşe aittir.” Nasıl da büyük bir riyakarlıkla söyleniyordu bu sözler. Sonrasında gelen komünist katliamları, tutuklamalar, baskı ve işkence...

13Bu tür örgütlenmeler içinde komünistler etkin. Eskiden beri etkinler. Gizliliği kaldırılan CIA belgesinde Tudeh’in işçi örgütleri içindeki etkinliğine işaret ediliyor, yeraltı gücünün tam kestirilemediği, liderlerinin Doğu Avrupa’da sürgünde olduğu, Şah rejiminin düşmesi veya gücünün sınırlanması şartlarında komünistlerin çok hızlı bir gelişme göstermelerinin kuvvetle muhtemel olduğu belirtiliyor. Belgenin diline İran’daki komünistlerin güçlerinden duyulan tedirginlik hakim. Ayrıca Tudeh (Kitleler) Partisi ile söyleşi bu etkinliği gözler önüne seriyor.