Yandaşlar ısrarla astronot diyorlar ya, ilk uzay turistimiz yeryüzüne dönüş yaptığı sırada, F-16 motorlarına iliştirilmiş kanatla ilk yerli muharip uçak gökyüzüne süzülüyordu ve muhtemelen, kaz sürüleri misali Mısır-Pakistan’a vb göçen tekstil patronlarına havada selam çakıldı.

Eli boş döndüğü nafile gezilerinden sonra Maliye nazırı, memlekete yakında oluk oluk para akacağını, ama kendilerinin sıkı para politikası uygulayacağını açıklarken, bu güven fışkıran lafları duyanlar Kapalıçarşı döviz büroları önünde uzun kuyruklar oluşturdular.

Birbiriyle ilgisiz görünen olayları, dümdüz “seçmen algısı” ile okumaya alışkın siyaset uzmanı şahsiyetlerden artık gına geldi. Parlamenter ahmaklığın politikayı bu denli çoraklaştırmış olması nadir görülür cinsten. Daha derindeki gerçekleri görebilmek, marksist bir bakış açısını gerektirir.

Bu bakış açısıyla, son zamanlarda olan-bitenin özeti şudur: Kurbağanın gözü çıktı. Türk tekelci sermayesi için, var olan ekonomik yapıyla buraya kadar; son yüzyılda ikinci kez tasfiye süreciyle karşı karşıya. İlki, 2001 krizi sonrası yaşanmıştı. Tam ilhakla birlikte Türk tekelci sermayeye biçilen rol; tarımsal üretim ve kırsal nüfusun adım adım tasfiyesini temel alan, ithal ara mallarla fasoncu, dış pazarlara bağlı bir sınai yapı, madencilik ve inşaat ile ayakta tutulan bir iç pazar öngörüyordu. Kırların boşalması, bol ve ucuz emek gücü için gerekliydi. Tarımdan kopanlar fason imalata, madenlere, inşaat ve perakendeye dağıldı. Verimliliği ve ortalama karı düşük bu gibi alanlarda sermaye yeterli birikimi sağlayamadığı için, işlerini sürekli dış borçlanmayla yürüttü.

Şirketlerin borçları dağları aşınca, tıkanmanın ilk belirtileri 2018’de ortaya çıktı. O yıl, konkordato fırtınasına kapılan tekellerin önünde iki yol duruyordu. İlki verimliliği artıracak, karları yukarı taşımaktı, fakat bunun için ne yeterli birikime, ne de eğitilmiş işgücüne sahipti. İkinci yol, çalışanlara sömürü şoku yaşatmaktı. Bu yoldan, verimlilik artmasa da, karlar yukarı taşınabilecekti. Bu amaçla, enflasyonun ipi serbest bırakıldı, ücretler hayat pahalılığı karşısında ezildi. Tekeller, konkordato ve iflas furyasından bu sayede kurtuldular. Tek ipi salınan enflasyon değildi. Süleyman Soylu’da cisimleşen olağanüstü baskı dalgasının altında yatan ekonomik temel buydu.

Ne var ki, bu modelde ciddi sorunlar vardı. Verimlilik artmadığından güçten düşen TL, dış ticaret açığını dudak uçuklatan seviyelere taşıdı. Yüksek kar oranlarıyla mutlu mesut sermaye bir de ne görsün! İthalata % 70 bağımlı üretimlerinde, dışarıya ucuz mal satarken, ateş pahasına ithal mal alınıyordu. Bir kez daha borç dağları yükseliyordu. Düşük verimlilik, iyice ucuzlayan emek gücü üzerinden yapılan dış ticari rekabet de, kaybeden tarafın hanesinde yazılıydı.

Son altı senede kurumaya yüz tutan iç pazarı zombi misali ayakta tutabilmek için, ucuz krediler devreye sokuldu. Bankalar, en azından bir süre, büyük miktarlı sendikasyon (uluslararası bankaların ortaklaşa fonlarından açılan) kredileriyle iç pazar, yine imalat dışı, verimliliği düşük, hizmetler üzerinden canlandırıldı. Dışarıdan getirilen paraya son derece bağımlı bir içi pazar yapısı, musluk biraz kesilince bile krizlere tutuluyordu. Bir noktadan sonra, doğrudan Hazine ve Merkez Bankası devreye girdi. Hazine adına, içeriden, dışarıdan, döviz cinsi büyük borçlanmalar aldı yürüdü. Merkez Bankası ise swap anlaşmalarıyla doldurduğu rezervleri, kısa vadeli finansal işlemlerinde har vurdu, harman savurdu. Bir başka duvara toslamak için fazla beklemedik: Bütçe açıkları, ödemeler dengesi açığı ve eriyen rezervler. Bu eşsiz açık, dolaylı dolaysız para basarak, daha fenası bu toprakları kara-para aklama sahasına çevirerek kapatılıyordu ya, dün yenen hurmanın acısı gecikmedi: Enflasyon gemi azıya aldı.

Gelinen noktada, tekellerin düşük verimlilik, pazar kayıpları, yığılan borçlar gibi mikro ekonomik problemleri, bütçe ve cari açık, azıtmış enflasyon gibi makro ekonomik problemlere tercüme edildi. Bu makro ekonomik problemler yoluyla kangren, vücudun sağlıklı organlarını da tümden sardı. Tekeller, sömürü şokuyla elde ettikleri yüksek karları sermaye yoğunlaşmasında kullanamadılar. Fasonculuktan ötesine kafaları yetmiyordu. Çağdaş kapitalist pazarlara yönelim veren patent, lisans vb birikimden oldukça uzaktılar. Ve bu yol gösterici tabelalar dünyayı paylaşan bir avuç emperyalist finans-sermayenin ellerindeydi. Yani kafaları bassa da, ulaşamazlardı; bu yüzden Türk tekelci sermayesi, yüksek karla dolan kasalarını servete dönüştürdüler. Bir başka ifadeyle, kazandıklarını eve-arsaya, vergisi sıfırlanmış mücevherata, borsaya, dövize, gıda ve enerji gibi spekülasyon düzeyi yüksek malların spekülasyonuna yatırdılar. Borsa, benzeri görülmemiş bir balona döndü. Ve tüm dünyada gıda fiyatları düşerken, tarlada satılamayan meyve-sebzeler yollara dökülürken semt pazarlarında uçan etiketler, servet sahiplerinin gıda manipülasyonlarına dayanıyordu.

Tüm bu süreç boyunca, hükümet, sömürü şokuyla gerçek manada çöken iç pazarı ayakta tutmak amacıyla yaslandığı negatif faizli (enflasyonun altında kalan faiz oranıyla) ucuz kredi yolunu pek çabuk tüketti. Böylece, makro ekonomik dengesizliğe tercüme edilmiş, pazarları tıkanmış sınai yapı, gelip o son duvarın önünde durdu. Artık her şey, Hazine ve Merkez Bankası’nın yeni krediler bulabilmesine bağlıydı.

M. Şimşek ve ekibi (Soylu’nun yerine atanan yeni içişleri nazırını da bu ekipte saymak gerek) Bu noktada devreye sokuldu. ABD’de batırdığı bankalarla şöhretli yeni Merkez Bankası başkanını yanına alarak, dünyayı turladılar. Ne var ki, emperyalist-kapitalist dünya için Türkiye “ilk düşecek domino tarzı” bahislerine konu olan bir ülkeydi: Bu bahisler, sadece devrimci fırtına ihtimalinden değil, buna ek olarak, Türkiye’nin varolan sınai yapısıyla yolun sonuna geldiği fikrinden ilham alıyordu. Bu haliyle Türkiye, emperyalist-kapitalist dünyanın istikrarını tehdit eden saatli bombaydı.

Yolun sonuna gelmiş sınai yapıyı, ya bir devrim tasfiye edecek ya da tıpkı 2001’de olduğu gibi, bizzat emperyalist sermayenin güdümünde bir tasfiye yaşanacak. İkinci yol için emperyalizm pek hevesli görünmüyor. Heves yaratmak için, iş şova döküldü. Teknolojik gelişimin gereksindiği ara malları üretecek kapasitenin Türkiye’de olduğunu kanıtlamak adına, uzaya turist gönderildi, çakma muharip uçak gökyüzüne salındı. Yetmezdi. Yetmedi. Döviz açığını kapatmanın yolu olarak döşenen kara-para cenneti de tasfiye edilmeliydi. Varolan sınai yapıyı bir başkasıyla değiştirmek, tek seferde büyük ölçekli borç girişine ihtiyaç duyar. Ve devasa ölçekte borç para verenler, faiz ve rantı yağmalayan karaparacılar gibi kara sineklerle getiriyi paylaşmayı hiç istemezler. İçişleri nazırı, bu yolu düzlemek için devreye alınmıştı.

Bu esnada patronlar, bir tasfiyenin (ya bir devrimle ya da emperyalizmin güdümüyle) yaklaştığını görünce kendi önlemlerini almaya başladılar. Bir kısmı, özellikle tekstilciler ve metalciler, göç eden kaz sürüleri gibi, üretim yapılarını yurt dışına çıkardılar. Çıkaramayanlar servetlerini transfer etme hazırlığı yapıyorlar. Ne de olsa, birkaç yıldır yüklendikleri gayrı menkul ve borsa balonları patlamaya hazır el bombası. Buralara daha fazla yüklenemezler. Servet transferinin ilk durağı, elbette, dövize hücumdur. Şimdilik seçim sonrasını bekliyorlar.

Öyle bir noktada bulunuyoruz ki, 2001’de Arjantin’in yaşadığı büyük kırılmaya benzer bir kırılmanın eşiğindeyiz. Arjantin bir zamanlar emperyalist-kapitalist dünyanın yükselen yıldızıydı. Şimdi Türk tekelci sermayesinin boğuştuğu sorunlara benzer çıkmazlarla karşıladı yeni bir yılı. Arjantin zenginleri çareyi servetlerini yurt dışına çıkarmakta bulmuştu. Bir gecede bankaların kasaları boşalınca, küçük mülk sahipleri isyan ateşini banka önlerinde yakmıştı, işsizler ordusu isyan ateşini devralmış, bu yüzden isyan, küçük-burjuva çizginin dışına çıkamamıştı.

Aradaki fark şu ki, Türkiye’de bankaların önünde küçük mülk sahipleri toplanmayacak. İsyanı, bankalarda mevduat hesabı olanlar değil, borç hesabı olanlar yakacaktır. Burada, buhranın tüm yükünü proletarya taşıyor. Aşırı sömürü altında, aşırı sürelerle çalışıp, yarı aç, yarı tok bir yaşama mahkumlar.

Küçük mülk sahiplerini ateşli bir isyana sürükleyen mülksüzleşme fırtınası, genelde, oldukça kısa süreye sığan bir zamanda olur biter. Bizde küçük mülk sahiplerinin mülksüzleşmesi, uzun yıllara yayılmış durumda. İlk zamanlar, yaşadıkları seçkin semtleri terkedip, proletaryanın çoğunluğu oluşturduğu kenar mahallelere taşındılar: AVM alışverişlerinden semt pazarlarına geçiş yaptılar; kahve zincirlerine pek uğramıyorlar ya, kahvehanelere henüz alışamadılar. Birikimleri adım adım erirken, borç yığdılar; borsa-bitcoin sitelerinde uykusuz geceler geçirdiler.

Küçük-mülk sahipleri, şok biçimde değil ama, adım adım mülksüzleştiğinden, isyan yerine homurdanmayı seçtiler. Yakın zamana dek, biraz daha dişlerini sıkarlarsa ve mevcut hükümet değişirse, eski konfor alanlarına dönüş umutlarını, ceplerinde yığılan kredi kartları eşliğinde diri tuttular. Umutsuzluğun acı tekmesi, siyasi plandan, seçimlerle geldi. Bu henüz ilk tekmeydi ama onları isyana kaldıracak son tekme değildi. Şimdi o da geliyor: Kredi muslukları kesiliyor.

Buhran dönemlerinde hep, turpun büyüğü heybededir. Seçim sonrası için herkes tedirgin. Sadece emekçiler değil, Türk tekelci sermayesi de, tasfiye dalgasının soğuk satırını ensesinde hissediyor. Servet transferinin, bir panik dalgası haline gelmesi, hiç de sürpriz sayılmamalı. Bu gidişin sonu, Arjantin benzeri isyandır. Ama burada, proletaryanın gölgesine sığınmış küçük-burjuvazi, isyanı proletaryanın omuzlarına yüklemekten kaçınamayacak.

Umut Çakır