Ayaklanmanın ilk perdesinin bazı sonuçları, uzun tatilin hemen sonrası ekranlara yansıyan üç görüntüde özetini buluyor. İlki, meclis koridorlarından. Grup toplantısından çıkan RTE’ye bir acar muhabir soruyu yapıştırıyor, “İmamoğlu'nun tutuklanması için Trump'tan icazet aldığınız iddialarına ne diyorsunuz?” Sorunun muhatabı duymazdan gelip arkasına bile bakmadan uzaklaşıyor. Orta yerde bir ayaklanma olmasaydı, o soruyu yönelten gazetecinin başına meclis koridorlarında neler gelebileceğini tahmin etmek zor değil.
İkinci görüntü, bu olayın hemen ertesi günü DEM Parti ile sarayda yapılan görüşmenin fotoğraflarıydı. Görüşme sonrası kurumsal açıklamasında DEM Parti mutluluğu ifade edecek sözler bulmakta zorlandı, “Dünden daha umutlu olduğumuzu, bütün ülkemizin bilgisine sunmaktan onur duyuyoruz.” dediler. Ama böylesi bir umut patlamasına neden olan “havuç”un ne olduğunu tahmin etmek, onurdan çok kuşku duyanlara kaldı.
Ve üçüncü görüntü, Silivri kapısından geldi. Havalarda uçuşan “süründürürüz, çürütürüz” tehditlerine rağmen alelacele serbest bırakılan ayaklanmacı gençler, kapının önünde aileleriyle poz verip, topluca mücadeleye kaldıkları yerden devam andı içtiler.
Bu ibretlik 3 görüntü, ayaklanmanın ilk perdesinin yol açtığı sınıflar dengesini özetlemeye yetiyor. En belirgin sonuç, ayaklanmanın dinci faşist iktidarı saplanıp kaldığı savunma pozisyonundan çıkartmıyor oluşudur. Dinci faşist iktidar, bu pozisyonda çakılı kaldığı sürece, karşı devrim bir saldırı için cesaret toplayamıyor. İktidarın tekelci sermaye egemenliğinin ve karşı devrimci tabanın bu ataleti birkaç nedene dayanıyor.
İlk neden, dinci faşizmin en büyük umudunun yani şu 9 günlük tatilde yüksek meblağlı borç bulma umudunun boşa düşmesidir. Mehmet Şimşek, yurtdışı turlarından çantası boş döndü. Ne şanssızlık ki, tam bu dönem emperyalist-kapitalist sistem, Trump'ın sinkaflı konuşmalarla tetiklediği, görülmemiş bir ticari savaşa tutuştu. Bir anda yükseltilen gümrük duvarları, sıcak para akımlarını kesti. Oysa Mehmet Şimşek'in tek çıkışı, sıcak para akımlarının Türkiye ekonomisine akışını sağlamaktan geçiyordu. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oldular. Ayaklanmanın ilk günlerinde döviz kaçışını durdurmak için, Merkez Bankası 27 milyar dolar yakmıştı. Bu meblağ, küresel fırtınanın etkisiyle 43 milyar dolara fırladı. Bu hızla giderse, Nisan bitmeden paralar suyunu çekecek. Dinci faşizm için senaryoların en kötüsü gerçek oldu.
Senaryo kötü, çünkü ayaklanmanın üstüne salt tomadan sıkılan suyla değil, kredi musluklarından akacak su ile gitmekten başka çare görünmüyordu. Sonuç tam tersiydi. Şimdi su yerine benzin dökmek zorunda kalıyorlar. Hiçbir aklı başında iktidar, bir ayaklanmanın ortasında elektrik gibi temel bir ihtiyaca %25 zam yapmak zorunda kalmaz. Ne var ki oldu bu. Çünkü sıcak para akışı tersine dönünce, her biri döviz borcu altında ezilen tekeller çareyi ürünlerine zam yapmakta buluyorlar. Perde elektrik zammıyla açıldı, gerisi gelecektir. Sorun sadece temel ürünlere zam değil, daha ötesi de var. Türkiye ekonomisi, şu an borç iflası tehlikesiyle karşı karşıya. Böylece tekelci sermaye düzeni bir ayaklanmayı söndürmenin temel araçlarından birini kaybetmekle kalmadı, ama aynı ayaklanmaya çığ gibi yükselen işsizlik, dayanılmaz açlık, çıldırtan barınma sorunu gibi yeni patlayıcı malzemeler hediye etmekten kaçamadı.
Dinci faşizmi savunma pozisyonunda çakılı bırakan bir başka olgu, karşı devrimci tabanın sahaya inmedeki isteksizliğidir. Nerede o Gezi’nin “palalı”ları? Oysa daha yakın zamanda Şubat Kongresinde konuşan RTE kendi tabanına seslenmiş ve sormuştu: “Onlar sokağa indiğinde onları püskürtmek üzere siz de orada olacak mısınız?" Gençler kefenli yeminlerle soruyu cevaplamıştı. Galiba kefen sıkıntısı var, ortalıkta hiç görünmüyorlar. Bu taban ataletinin, bizzat iktidarın saplanıp kaldığı savunma pozisyonu dışında başka nedenleri de var, en başta geleni gözlerinin korkmuş olması. Hiçbiri, bu denli büyük, yaygın, köklü, kararlı ve Yozgat sokaklarını dahi ısıtan bir kitle hareketi beklemiyordu. Bir başka neden dinci faşizmin tabanının, toplumun en çürümüş kesimlerine dayanmasıdır: Böyle bir taban, büyük kavgalar için hiçbir ahlaki-politik gerekçe bulamaz; sucuklar ve pastırmalar dışında. Kefen kıtlığı değil ama, sucuk pastırma kıtlığı karşı devrimin atalethanesine yazılabilir.
Dinci faşizmi savunmada bırakan denge, yeni yeni ayaklanmacı bölüklerin sokaklarla tanışmasını sağlıyor ve iktidarın savunma pozisyonunu pekiştiriyor. Ayaklanmanın ilk perdesinde hareketlenmenin kıyısına kadar gelenler, tatil arası sonrası sokaklardaki randevularına yetişmeye başladılar. Cephe hattına ilk intikal eden yedekler, liseli gençlikti. Onları sahaya topluca süren bahane, öğretmenlerinin toplu sürgünüydü. Sürgün kararı üzerinden 24 saat bile geçmemişti ki, 10 farklı ilde onlarca lise aynı gün ve saatte eyleme geçecek kapasiteye ulaşmıştı. Bu çarpıcı örnek, ayaklanmanın ilk perdesinin öne çıkan bir olgusunu kanıtlıyor: Ayaklanmacılar örgütlenme ve harekete geçmekte öylesine hızlı ki, karşı-devrime herhangi bir hazırlık yapma, kapsamlı tedbirler alma fırsatı sunmuyor. Devrimin hızı, karşı-devrimin refleks gösterme hızını aşmıştır.
İktidarı olduğu yerde saplayıp bırakan bir başka olgu, Kürt halkının kritik konumudur. Büyük mücadele kapasitesi ile Kürt halkı, pata durumu dengeyi bozacak halihazırda bir güç. Onu ayaklanma kulvarının dışında tutabilmek, sıcak para umudu elinde patlayan dinci faşizmin şimdilik tek kurtuluş şansı. Ve eğer karşı saldırıya hemen geçecek olursa, bu durum karşısında Kürt halkının “çözüm süreci”ne dair kuşkularının derinleşeceğini hesaba katan iktidar, beklentiyi güçlendirmek için İmralı heyetini Saray’da ağırladı ve önlerine uzattığı havuçla sadece heyetin değil, DEM Parti’nin de başını döndürdü. Oysa ayaklanmanın ilk perdesinde Kürt halkı, sınıf içgüdüleri (kanıları) ile ulusal bakış arasında sıkışıp kalmış olsa bile, ayaklanmacılara doğru bir eğilim göstermeye başlamıştı. Ulusal bakışın zirve yaptığı Newroz günleri arkada kaldıkça, bu eğilim daha da güçlenecekti.
Bu esnada Kürt halkının hangi tarafa ağırlık verirse, o tarafın üstünlük sağlayacağını gören burjuva muhalefet de el yükseltmeye başladı. Önce şoven, ırkçı, çirkef ağzıyla Kürtleri küstüren Mansur Yavaş sessizce kızağa çekildi. Sonra Özgür Özel, ne vakit bir kamera ve mikrofon görse, yerli yersiz Kürt sorununu ancak kendilerinin çözeceğine dair yaka bağır yırtmaya başladı. İki taraflı çekiştirip durma, kuşkusuz Kürt halkının kendine olan güvenini tazeleyip pekiştirdi. Şimdilik DEM Parti’ye sarayda sunulan havucun büyüklüğü, Kürt halkını 1 Mayıs'ta ayaklanmacılarla birleşme olanağını zayıflatmayı hedefliyor olsa da, sonuçlarını 1 Mayıs'ta görmüş olacağız.
Ayaklanmanın ilk perdesinin önemli sonuçlarından birisi, politik yanı derin bir ahlaki öfke dalgasını beraberinde harekete geçirmiş olmasıdır. Bu sonuç kaçınılmaz. Çünkü son derece çürümüş bir burjuva düzenin bağrında patladı; şimdiye dek halının altına süpürülen ne kadar iğrençlik varsa, şimdiye dek göz yumulan ya da çaresizlik hissi ile katlanılan ne kadar haksızlık varsa, ayaklanma ile birlikte toplumun gözünde patlayan çıbanlara dönüştü. Saraçhane’de bir genç kadın, neden orada olduğunu şöyle açıklıyordu: Çocukken iğrenç bir istismara maruz kalmış, şikayet ettiği halde hiçbir sonuç alamadığı gibi, iğrenç istismarcının kamu görevlerinde yükselişine tanıklık etmişti. O, bunun için isyan içindeydi. Buna benzer acılarla dolu o kadar insan var ki, ayaklanmaya ahlaki öfke boyutunu yeterince güçlü taşıyorlar.
Daha önemlisi, bu ayaklanma sömürülen, istismara maruz kalan emekçi yığınlara bir temiz gelecek tasavvuru kazandırdı, yeni bir yaşam kurma ihtimalini gündeme taşıdı. Böyle bir yeni yaşam, ancak çürümüş burjuva toplumun biriktirdiği bütün cerahati, kökünden kazıyarak kurulabilir. Ahlaki öfke, şimdi harekete geçen bu gelecek tasavvurundan alıyor gücünü. Bu yüzden onun politik derinliği var. Patlayan öfke, çürüme karşısında duyulan çaresizliğin ve suskunluğun yoğun bir öz eleştirisidir. Kimse bir diğerinin sorununa gözünü kapamıyor artık. Evladını bu çürümeye kurban mı vermiş, mahkeme kapılarında o aileye destek için kalabalıklar birikiyor. Çok değil, birkaç ay önce isyanın ince ince derecikleri akardı çok farklı eylem alanlarına, ama bu derecikler bir türlü birleşemezdi. Sefaletin korkunçluğu, o sıralar kimsede kendi dert alanlarının dışına çıkacak enerji bırakmıyordu. Ayaklanma, o kısıtlı enerjiyi sıçrattı. Şimdi birinin derdi, herkesin derdi. Ahlaki öfke, bu birlikteliği sağlamlaştırıyor, güçlü ahlaki yön, karşı-devrimi silahsız bırakıyor. Karşı-devrim, ahlaki öfkeyle tuğlalarını döşeyen bu büyük dalganın karşısına hiçbir “kutsal” haleyle çıkamıyor; Ne aile, ne mülkiyet, ne de din.
Ayaklanmanın ilk perdesinin ortaya çıkardığı ilk sonuçlar, onun geleceği için ne söylüyor?
1- Karşı-devrimci tabanın ve dinci faşist iktidarın savunmada çakılı kalması, tutuklananların bırakılması, Kürt halkının başını uzatılan havuçla döndürme çabaları, ayaklanmanın beklenen ağır bedellerini yumuşatıyor. Öncesinde paslı kılıçları kınından çıkarmakla, kefenleri kuşanmakla tehditlerini arşa çıkaran iktidarın, bu ayaklanmaya hangi sertlikte cevap vereceğini görmeden harekete dahil olmayan çok büyük bir kitle var. Şimdi onlar, ayaklanmanın korktukları, bekledikleri ya da iktidarın vaat ettiği kadar büyük bedellere mal olmadığını görebiliyorlar. Bu durum, bekleyişte olanları dalganın içine çekiyor. Acı da olsa gerçeği söylemekle yükümlüyüz. Ayaklanma zafere yaklaştıkça, bedeli trajik boyutlara ulaşacaktır. Yine de bu süre içinde ayaklanma, onun bedellerinden çekinenleri cesaretlendirmiş ve pratiğe geçirmiş olacaktır.
2- Ayaklanma, ekonomik buhranı zıvanadan çıkardı; şimdi buhran ayaklanmayı zincirlerinden boşaltacak. İlk perdeyi tetikleyen bahane açlık-sefaletin bir trajedisi değildi, ama artık o trajik an kaçınılmaz, tüm yakıcı potansiyeliyle açlık ve sefalet kendi genel bahanesini bekliyor. Aç yığınlar kendi varlık koşullarını ön plana çıkaran bir bahaneye dayanmadan, ayaklanmaya eklendiler. Eğer böyle bir bahaneyle harekete geçmiş olsalardı, bunu pratikte şöyle görürdük: Yağmalamalar, mülkiyete, kendini utanmazca sergileyen şatafatlara doğrudan saldırılar yaşanmış olurdu. Buhran, şimdi bu dizginsiz öfkeyi hazırlıyor.
3- Newroz günlerine denk gelen ayaklanmanın ilk perdesinde Kürt halkını uzak tutan; saraydan şişirilmiş beklentiyle köpürtülen ulusal bakış kadar, harekete vesile olan genel bahanenin burjuva muhalefete yaslanmış olmasıydı. Şimdi bu etkenler gücünü yitiriyor. Açlık trajedisi genel bahane tahtına oturmaya hazırlanırken, ayaklanma bir ahlaki öfke fırtınası yaratıyor. Kürt halkı, önüne çıkarılan havuç ne denli büyük olursa olsun, ne açlık ve sefalete dayalı bir genel bahaneye ne de harekete geçmiş bir ahlaki öfke dalgasına tarafsız kalabilir. Çünkü açlık-sefaletin en dile gelmez trajedilerine, çürümüşlüğün en berbat bataklığına onlar şahitlik ediyorlar.
4- Ayaklanma, önceki yazılarda çokça ifade edilen “hegemonya boşluğunu” acilen doldurulması gereken bir ihtiyaç haline getirdi. Farklı çıkarlara sahip emekçi kitlelerin her genel eylemi, bir sınıfın damgasını taşımak zorundadır. Genel hareket, birliğini ve tutarlılığını bu söz konusu sınıfın varlık koşullarından, tahayyülünden devşirir. Gezi’ye küçük burjuva sınıflar ve onun temsilcileri damgasını vurmuştu. Şimdi boşluğu doldurmak için aynı küçük burjuva sınıfının ne gücü var, ne de politik tasavvuru; onlar şimdiden burjuva muhalefetin arkasına sıralandılar. Ayaklanmacılar içinde en ileriye çıkan gençlik, bu “hegemonya boşluğunun” ilk farkına varanlar oldular. Şimdi gençlik, özellikle öğrenci gençlik her eylemlerinde işçi sınıfını tarihi görevlerine çağırıyor ve 1 Mayıs, hegemonya boşluğunu doldurmak için proletaryaya kaçırılmayacak değerde bir fırsat sunuyor.
Ayaklanmanın geleceği ahlaki öfke fırtınasında tarafsız kalamayan Kürt halkıyla hegemonya boşluğunu dolduracak proletaryanın cüreti ile çizilecektir.
Umut Çakır
13 Nisan 2025